Aslında kötülüklerin en kötüsüdür umut, çünkü insanın çektiği eziyeti uzatır.
Friedrich Nietzsche
Yeşim Ustaoğlu’nun son filmi Pandora’nın Kutusu yine sosyal içerikli bir yaklaşımla karşılıyor bizi perdede. Bir çok insanın “Kayıp Nine” çağrışımıyla bildiği film, sahiden de ömrünün son demlerini yaşayan Nusret hanımın kaybolması ve bu kayıptan kaynaklanan çocuklarının bir ara gelmesi, iç hesaplaşmaları ve hayat çarkları içindeki ezilmişlikleri üzerinden işliyor anlatmak istediklerini.
Her yol hikayesinde olduğu gibi, burada da kaybolan annelerini bulmak için İstanbul’dan batı Karadeniz doğru yola çıkan üç kardeş, bir nevi zaman makinesi dahilinde geçmişlerine ufak bir yolculuk yapıyorlar. Yol boyunca uzun yıllardır konuşamadıkları, birbirlerine itiraf edemedikleri gerçekleri o ufacık arabanın içinde Pandora’nın Kutusu’nu açarmışçasına bir bir döküyorlar. Böylelikle biz de karakterlerin geçmişlerinden haberdar oluyoruz.
Bilirsiniz Pandora’nın Kutusu efsanesi, içi kötülüklerle dolu bir kutunun Pandora’dan onu asla açmamasının istenmesi fakat meraklı kadın Pandora’nın dayanamayıp açmasıyla, tüm kötülüklerin dünyaya yayılmasıyla ilgilidir. Kutuda kalan tek şey umuttur.
Nusret hanımın üç çocuğunun sosyal durumları her ne kadar birbirlerinden farklı olsalar da, içlerinde bulunduğu umutsuzluk hep aynı. Hiçbir şekilde geçmişlerinde yaşadıkları, kimi zaman kabul etmek istemedikleri gerçeklerden dahi kaçmak isteseler de kaçamıyorlar. Özellikle ortanca kız Güzin bu arada kalmışlığın hem sembolik hem de gerçekçi bir tasviri. Öyle ki annelerini bulmak için geldikleri köy evine bile, “Bir kurtulamadık şu evden” diyerek kaçamayışını açıkça itiraf ediyor.
Filmin atmosferine ve taşıdığı tüm o umutsuzluğa yakışırı derecede ağır bir tempoda işleyen film, oyuncuların müthiş performanslarıyla o kadar gerçekçi, o kadar bizden ve içten bir yapıya bürünüyor ki, başrol oyuncusu yaşlı nine Nusret Hanım’ın esasen bir Fransız olması dahi önemli olanın dil değil, tüm insanlarca hissedilen duygu bütünlüğünün olduğunu anlatıyor bize ağırdan ağırdan.
Anne ve çocuklar ilişkisinin yanında, bir de Anneanne-torun ilişkisi var. Kısacık konuşmalardan öğrendiğimiz üzere, yıllar önce Nusret Hanım’ın kocası Murat; onu ve çocuklarını terk etmiş. Kim bilir belki de yıllar boyunca unutmaya çalışmış durmuş. Derken çocukları onu İstanbul’a getiriyor ve torunu olan Murat’la tanışıyor. Eh artık yaş geçkinliğinden dolayı, yavaşça Alzheimer olan Nusret hanım, geçmişindeki Murat ve şimdi torunu olan Murat’ı hem dönem dönem tanımıyor, hem de onu gördüğünde çok farklı bir mutluluk duyuyor.
Yönetmen’in karakterleri işleyişi, onlara bizden bir karakter kazandırması, sırf karakter olsun diye değil, yaşayan gerçek insanların, bizlerin perdeye aktarılması, beni kurgulanmış bir film izliyor gibi değil, dışarıdan tüm bu olanı izliyor ve zaten tüm bu şeylerin farkındaymışım gibi hissetmeme sebep oldu. İzleyip de pişman olmayacağınız, içinizden illa ki bir parça bulabileceğiniz bir filmle karşı karşıyayız. Harika bir iş çıkarmış yönetmen ve son yılların kayda değer Türk filmlerinden birisini daha sinemamıza kazandırmış olmuş.
Camdan dışarı baktığınızda ne görüyorsunuz ? Sokakta, bir yerden başka bir yere sürüklenen insanlar mı, yoksa karşı apartmanın camından bakarken sizinle göz göze gelen bir başka ev mahkumu mu? Ya içinde yaşadığınız dört duvar, yaşam koşulları, hepsi birer cezaevi kapısı olan apartman dairelerinin kapıları? Kendiniz olabiliyor musunuz? Yoksa etrafınızda görüp, kaynaşmak, kaçmak zorunda olduğunuz her şeyin bir karmaşası mısınız? Var mısınız Pandora’nın Kutusu’nu açmaya? Belki içinde kalan son umudu dışarı çıkabiliriz, sanki bize mutluluk verecekmiş gibi.
Yazan: Alper KURT
3 yorum:
bu pandoranın kutusu da ne meşhur ya ne var acaba içini görsek:)
yazının başındaki sözü tuttum..Hiç o açıdan bakmak gelmemişti aklıma..
@Sesver
İçinde sadece umut var, yazıda da açıkça belirtmiştim içinde ne olduğunu:) Geriye kalan her şey , tüm kötülükler dünyaya saçılmış durumda zaten...
Yorum Gönder