Birinciysen birincisindir , ikinciysen hiçbir şey...

26 Eylül 2010 Pazar

Peki ya babanızı en son ne zaman gördünüz ?



Baba ve oğul. Arkadaş ve düşman. Evren ve yıldızlar. Korku ve dostluk. Ölüm ve varoluş. Sonu bilinmeyen bir yolculuk. Kayıp giden babalar, yerlerine geçen oğulları ve süre gelen sınırsız bir kısır döngü.Çoğunlukla yapımcılığıyla tanınan Anand Tucker’ın 2007 yapımı filmi “And When Did you last See your father” bu kavramlar etrafında Baba ve Oğul ilişkisini ,gerçek anlamda muhteşem bir görsellikle bize sunuyor.

Hepimizin çocukluktan beri anne ve babaya olan yaklaşımı farklıdır. Her ne kadar bu yaklaşım kişiden kişiye farklılık gösterse de çocuk çoğunlukla hep baba ile mücadele içerisindedir. Bir yandan baba gibi olmak ister diğer yandan onun herbir şeyine zıt düşmek niyetindedir. Fakat anne babaya hiç benzemez, her daim destekçi, her daim fedakar. İşte bu yüzden erkek çocuğun baba ile mücadelesi, çekişmeleri anne ile olan ilişkiden çok daha fazlasını içeriyor.

Sıradan bir baba ve oğul ilişkisinden bahsediyor gibi görünse de baba Arthur ve oğul arasındaki çekişme biraz daha farklı. Burada asıl sorun oğlun babaya karşı sağlamadığı üstünlük. Aslına bakarsanız babanın bu üstünlüğünün bir şekilde farkında olmaması. Hepiniz yaşamışsınızdır mutlaka, babanız sizi bir şekilde yönlendirmeye çalışmaktadır. Şu mesleği seçmelisin, oraya gitmesen iyi olur, hadi şimdi şurayı gezeceğiz, bu eşyaya bu kadar para harcama… ve hatta bu kız sana göre değil, başka birini seçmelisine kadar gider. Belki kulağa sıradan gibi gelse de, çoğu kişinin içinde yer eden sorunlardır bunlar. Belki kişinin içinde öyle bir nefret olur ki o an o dakika babanızdan kurtulmak istersiniz. Ta ki…

Ta ki çocukluğunuzdan yetişkinliğe kadar hayatınıza müdahalede bulunan bu insanın , bir vakitten sonra öleceğini kavrayacağınıza kadar. Filmin odaklandığı esas nokta burası işte. Blake babasının kanser olduğunu ve çok az vakti kaldığını öğrendiğinde doktora soruyor, ‘ne kadar zamanı var?’ Bu sorunun yegane amacı iki erkek arasında süre gelen çatışmalar sürecinde yaşanan her türlü pürüzün günahını çıkarmak. Gerçi bu günah çıkarma daha çok çocuk Blake tarafından oluyor.

Filmin belki çok ilginç bir senaryosu yok. Hatta daha önce defalarca Baba ve Oğul arasındaki çatışmalar işlendi. Bizim sinemamızda dahi. Yalnız burada yönetmen değişik bir teknik izliyor. Genç Blake’in geçmişiyle hesaplaşmasını önce onu çocukluğunun ve yetişkinliğinin geçtiği eve geri döndürüyor ve geçmişte olan , Blake’in hafızasında yer edinmiş belli başlı olayları; ilk aşkı Sandra, babasıyla geçen ve bazı acı gerçekleri öğrendiği kamp gezisi, babasına olan nefretinin arttığı akşam baloları, annesine karşı olan korumacılığı, içsel şüpheleri ve daha bir çok şeyi görüntü yönetiminin müthiş yetenekli açıları sayesinde bir geçmişe bir günümüze gelerek 70’lerin kulağınızın pasını silen müzikleriyle bize çok iyi aktarıyor. 70’ler süresince bize aktarılan tek şey müzikler değil tabii ki. Giyim , kuşam, yapılar, arabalar ve hatta özellikle en az 6-7 sahnede görebileceğiniz 1962’de Sovyet Rusya’nın nükleer savaş başlıklarını gizlice Küba’ya yerleştirmesinden dolayı çıkan Ekim Krizi de sıklıkla işleniyor.

Filmde dikkatinizi yoğunlukla çekecek bir başka şeyse ikili görüntüler ve aynaların sıklıkla kullanımı. Daha da doğrusu yansımalar. Her ne kadar tüm karakterler için kullanılsa da daha çok Blake için bu ikili yansımalar sıklıkla ortaya çıkıyor. Bir tarafı geçmişte babasından nefret eden Blake, diğer yanda babası ölüm döşeğindeyken nefretinden dolayı pişmanlık duyup onu sevmeye çalışan yetişkin Blake. En güzel yanlarından biri de Blake’in ikili yansımasının bulunduğu bir aynadan ayrıldığından, babasına tek bir çerçeve içinde sarılmış, karşılıksız aşka sahip annesini görebilmek.

Aslında film uzun nesiller boyunca hitap edeceği kişiler o kadar çeşitli ki. Bir ergen, yetişkin ya da olgun bir kişi tarafından çıkarılacak anlamlar çok farklı. Özellikle babasından ayrı kalmış kişiler, ya da belli sorunları yaşadıktan sonra o sorunların hayata kattığı anlamları pişmanlıkla yaşayan erkekler için anlamı büyük. Çağan Irmak’ın Babam ve Oğlum filmiyle benzer çizgiler taşıyor bu bakımdan. Yalnız en büyük farklılığı Çağan Irmak gibi “Bir damar buldum, yüklenebildiğim kadar yüklenmeliyim’ demiyor. Filmin sonunda yoğun hisler yaşayacaksınız belki, ama Anand Tucker duygu sömürüsü yerine duyguyu ilk sahneden itibaren ilmek ilmek işliyor, sizi tek bir sahnede hüngür hüngür ağlatmak yerine iyimserlik ve karamsarlığı filmin başından beri güzelce harmanlayarak duygu yoğunluğunu yaşatıyor.

Sahi babanızı en son ne zaman gördünüz? Tam olarak, kanlı canlı, elinizi tutarken? Hayat bir şekilde akıp gidiyor orası kesin. Ama babanızın sizin başarınızdan dolayı dolan gözlerini, yaptığınız bir hatadan dolayı gür çıkan sesini, onun bir hatasını gördüğünüzde için için kendinizi yediğiniz anlarda onun kendine olan güvenini… bunları en son ne zaman gördünüz ?

Alper KURT

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails