Birinciysen birincisindir , ikinciysen hiçbir şey...

24 Aralık 2009 Perşembe

NBA'in Ağırsıklet Mücadelesi...




Los Angles Lakers vs San Antonio Spurs…Bu iki takım NBA’de son 10 yıla damgalarını vurdular.Bu iki takım söz konusu olunca aklıma onlarca unutulmaz anlar ve hatıralar gelmekte..Hatıralara geçmeden önce isterseniz bu 2 takım neden son 10 yıla damgalarını vurmuşlar ve neden NBA’in ağırsıklet mücadeleleri bu 2 takım arasında yaşanmıştır onlara bir göz atalım..

99-09 arasındaki sezonlarda iki takım da toplam 4 er şampiyonluk kazandılar.Sadece Detroit-Miami ve Boston bu 2 takımın haricinde şampiyon olmayı başarabilen doğu takımları olmuşlardır.Hani futbolda hep kullanılan bir tabir vardır ‘’Erken Final’’..İşte Spurs-Lakers eşleşmeleri son 10 yıldır hep NBA’in erken finali olmuştur..Takım olarak kazandıkları başarıların yanında kadrolarındaki bireysel oyuncuların kazandıkları ödüllere baktığımızda da son 10 yıla damgasını vuran isimler görüyoruz..Kobe,Duncan,Shaq,Robinson,Ginobili,Parker vsvs..Çok da fazla istatistiki bilgi verip kafa bulandırmak istemiyorum ama söz konusu bu iki takım olunca benim kendi adıma yaşanmışlıklarım oldukça fazla ve bunları sizlerle paylaşmak istiyorum..

Lokavt yüzünden kısaltılmış olarak oynanan 98-99 sezonu..Bir sene önce herkesin beklediği Bulls-Lakers finali Utah Jazz’a takılmış ve Lakers’ı süpürmüştü..Majestelerinin basketbola veda etmesinin ardından bazı takımlar yeni kral benim demek istiyorlardı..Batı yarıfinallerinde Lakers-Spurs eşleşmesi olduğunda o dönemde hemen herkesin favorisi Lakers’dı..Fakat Spurs o inanılmaz savunması,ikinci yılını yaşayan Duncan’ın önlenemez oyunu ve Lakers’ın o dönemki kırılgan yapısı Spurs’ün Lakers’ı 4-0 ile süpürmesine ve ordan da şampiyonluğa kadar uzanmasına neden olmuştu..O dönemlerde Michael Jordan’ın basketbolu bırakmasından sonra ve belki de Lokavt yüzünden 99 sezonuna pek fazla ısınamamıştım.. Zaten NBA maçları o dönemde haftada bir ya veriliyordu yada bantdan kesik yayınlarla ağzımıza bir parmak bal çalıyorlardı..O zamanlar ve daha öncesinde ne kadar da değerliydi bir tane NBA maçı veya 1 tane NBA Action…Sadece final serisinin tümünü canlı yayınlıyordu Kanal D…Halbu ki o dönemde meşhur yıldızlara ‘’Watch the NBA on channel D ‘’ dedirterek reklamlar bile yaptırılmıştı..Ender Bilgin’in anlatımıyla 99 sezonunun finallerini izleyebilmiştik ve Avery Johnson’ın MSG’deki kritik basketi Spurs’e NBA’deki ilk şampiyonluğunu kazandırmıştı..O maçda cok iyi bir oyun çıkaran Spreewell son topu kendisini çok zor bir pozisyona sokarak kaçırmış ve böylelikle Duncan finallerin MVP’sİ Spurs’de Şampiyon olmuştu..Ağırsıklet mücadelesinin ilk raundunu Lakers karşısında Spurs hem de şampiyonlukla taçlandırarak kazanmıştı…

2000 yılında Duncan’ın sakatlığı sebebiyle Phoenix’e ilk turda elenen Spurs meydanı Lakers’a bırakmıştı resmen..Lakers da bu davetiyeyi boş cevirmemiş ve şampiyonluğu kucaklamıştı…2000-2001 sezonu ise bir Spurs taraftarı olarak benim takımımı bu kadar aşşağılanmış ve küçük düşürülmüş olarak gördüğüm ilk ve tek seriydi..Saha avantajına sahip olmasına rağmen aslında yakın giden ilk 2 maçı Kobe’nin üstün performansıyla Lakers kazanmıştı..O seride Duncan-Robinson ikilisinin Shaq’ın arkasında değişmeli olarak durması ve ikili sıkıştırmalar yapmaları Shaq’ı belki 1 adım geriye çekmişti o seride ama bu seferde doğan boşlukları Kobe doldurmuştu..Staples Center’daki 4.maç ise benim utançdan maçın sonu gelsin diye yalvararak izlediğim bir maçdı..En sevmediğim oyunculardan(saygı duyarım oyununa o başka) Derek Fisher ardı ardına 3 lükleri Spurs potasına yolluyordu.Brian Shaw,Rick Fox,Robert Horry de cabası…Çok ama çok acı bir süpürülüş hikayesiydi benim adıma..Fakat o sezonki performansıyla Lakers tüm NBA tarihinin en iyi Play-Off galibiyet oranını 15-1 ile yakalayarak şampiyon olmuştu..Ünvan mücadelesinde 1-1 eşitlik vardı artık…

2001-2002 sezonunda ise bu 2 takımın yolları yeniden batı yarıfinallerinde kesişmişti..Bu sefer saha avantajına sahip olan Lakers ilk maçı kazanmış fakat 2.maçı kazanan Spurs bu sefer işin geçen seneki gibi kolay olmayacağı mesajını vermişti..O dönemde hem televizyon yayını da yoktu hem de üniversitede yurtda kaldığım için maçların sonucunu ertesi gün internetden öğrenebiliyordum..Her gün maçların ertesi sabahı gittiğim internetkafeden birbirinin kopyası 2 Spurs mağlubiyeti okumanın verdiği üzüntüyle yıkılmıştım..2 maçda da karşılaşmanın son periyoduna hatta son 4 dakikalarına 8-10 sayı arası önde giren Spurs kendisine ve stiline hiç yakışmayacak şekilde arka arkaya 2 maçı da buralardan kaybetmişti…Lakers’ın evindeki 5.maçda ise yine çok yakın giden maçı kazanan Lakers Spurs’u 4-1 ile geçmeyi başarmış ve erken final denilebilecek ilk eşleşmeden galip ayrılmıştı.O sezonki 2.erken final malum Lakers-Kings arasında oynanmıştı…

2002-2003 sezonunda ise yine batı yarıfinallerinde eşleşmişti bizimkiler..İki takımda kendi evlerindeki 2 maçı rahat denebilecek şekilde kazanmıştı..Gerçi Lakers biraz daha zorlanmıştı kendi evindeki maçlarda fakat yine de durum 2-2 ye gelmişti…En kritik maçda ise SBC Center’da oynanan maçda Spurs farkı 20 lere kadar çıkarmıştı fakat bir sene önceki gibi yine Kobe ve Lakers geri gelmeyi başarmış ve iş son topa kadar kalmıştı..Robert Horry eline gelen son topu potaya atarken tereddüt etmemişti ve top inanılmaz bir şekilde potanın içinde çalkalayarak dışarı çıkmıştı..Bugun bile arşivimden o maçı izlerken halen içim cızzz eder o topun çemberde çalkaladığını gördüğümde…Neyse ki o top girmemiş ve Spurs 3-2 öne geçerek Staples Center’a son 3 yılın arka arkaya şampiyonunu elemek için gitmeyi başarmıştı..O maçı izlemek için çok çabalar sarfetmiştim ama ne yazık ki karşılaşmayı yayınlamayan televizyonlarımız sayesinde izleyememiştim..Sabahın 6 sında arkadaşımdan gelen mesaj sesiyle uyanmıştım ve evet Lakers’ı eledikkkk yazıyordu..Deplasmanda adeta bundan önceki kaybedilen 2 serinin acısını çıkarırcasına eze eze yenmişti Spurs Lakers’ı…O seride Duncan’ın 2 takım oyuncuları arasında da asisstde lider olduğunu belirtmeliyim..Lakers’da herkes saha kenarında göz yaşlarına boğulmuşlardı.Aman Allah’ım bu ne kadar inanılmaz bir zevkdi..Fisher’ı Kobe’yi ağlarken görmek hem de Spurs’un eze eze yendiği ve elediği bir maçdan sonra…O maçın arkasından Kobe aynen şöyle demişti ‘’Bugun yenildik ve elendik.Şimdi bahane bulmaya çalışsam binlerce bahane sayarım sizlere.Fakat bunu yapmayacağım..Gelecek sene daha çok çalışıp ünvanımızı geri almaya çalışacağız.’’

Geldik o meşhur sezona…2003-2004 sezonunda 2 takım bir kez daha batı yarıfinallerinde yine bir erken final mücadelesi yapıyorlardı..Bir önceki sene olduğu gibi 2 takım da kendi evlerindeki maçları rahat kazanmış ve bir kez daha en kritik maç SBC Center’daki 5.maç olmuştu..O dönemde serinin ilk 4 maçını NTV’den izleyebilmiştik fakat ne hikmetse en kritik maçı yine yayınlamıyordu NTV ve ben bu sefer televizyonun teletext sayfasından bu maçın sadece skorlarını canlı takip ediyordum..Sayfa her yenilendiğinde gecenin 4 ünde canım daha da bir sıkılıyordu..Çünkü Lakers farkı 22 lere kadar çıkarmıştı..Bu fark 3.çeyreğin ortalarına kadar da bu civarlarda gezindi durdu..O kadar cok üzülmüştüm ki yatıp uyumaya karar vermiştim vermesine ama uyuyamıyordum.Televizyonu tekrar açtım ve o da nesi Spurs farkı eritmişti ama halen 4 sayı gerideydi..Saatime bakıyorum maçın son anlarının oynandığını tahmin ediyor ve dua üstüne dua ediyordum maçı Spurs’ün kazanması için..Teletext sayfası bir kez daha yenilenmişti ve 1 sayı ile Spurs önde görünüyordu..Adeta yalvarıyordum haydi bitti yaz diye ama bir türlü maç sonucu yazmıyordu.Sürekli 4 p yazısı duruyordu skorun yanında…Tam yarım saat bu şekilde sayfa yenilenmeden kaldı..Sonra ne mi oldu o lanet olası sayfa yenilendi ve yenilenmesiyle beraber o benim beklediğim maç sonucu yazısı yazıyordu ekranda.Fakat bu sefer bir sayı farkla Lakers’ın maçı kazandığını gösteriyordu..O gece hiç uyumadan sabah olmasını bekledim ki İnternetkafe’ler açıldığında gidip o geçmek bilmeyen son anlarda neler olduğunu öğrenebileyim..Bir umut halen teletext sayfası açık duruyordu belki skoru düzeltirler ve maçı Spurs’un kazandığını yazarlar diye bekledim sabah 9 a kadar…Ama sayfa değişmemişti…Dağılmıştım resmen..İnteretkafeye gidip o dönemde bazı yazılarımın da yayınlandığı basketbolseverler.com’u açtığımda bir de ne göreyim 0.4 saniye ve o nefret ettiğim adam olan Fisher topu potaya düzgün bir şekilde sallıyor…Hissettiğim hınç,nefret,üzüntü anlatılamaz boyuttaydı..Bir sene önceki zafer duyguları yerini belki de daha derin bir hüzüne bırakmıştı…Bir önceki seneden farkı neydi Spurs’un derseniz ben size Hidayet Türkoğlu’nun rezil şut performansı Spurs’e Lakers serisini kaybettirdi derim.2003 deki Stephan Jackson’ın üstün performansı ceza sutlarındaki başarısının yarısını bile gösterememişti Hidayet…Bir sonraki maç Staples Center’da Lakers’ın üstünlüğüyle sona ermiş ve Spurs 4-2 ile elenmişti hem de çok dramatik bir şekilde..Gerçi o sezon finalde Detroit’in Lakers’ı ezmesi bir nebze olsun yarama merhem olmuştu ama başkasının şeyiyle şey yapmak gibi olduğundan beni kesmemişti…

Yazımızın resminde de gördüğümüz pozisyonda aslında Spurs bir hata yapmış ve topu oyuna sokan Payton’i boş bırakmıştı.Bu taktiği denemelerindeki amaç son topu kullanacaklarını düşündükleri Kobe’yi 2 kişi ile savunmaktı..Fakat kalan süre 0.4 saniyeydi ve o sürede kim olursa olsun yapacağı tek şey topu potaya savurmak olacaktı..Oysaki topu oyuna sokan oyuncunun önüne çizgide bir Spurs’lü dursaydı o pası o kadar net görüp rahat bir şekilde Fisher’a ulaştıramazdı ve belki de şampiyonluğa Spurs uzanırdı..Aslında beklenmedik anda beklenmedik şekilde fırlamıştı Fisher bunu son anda farkeden Ginobili son bir gayretle bu inanılmaz şutu engellemeye çalışmış ama başaramamıştı..Şanslı bir şut diyemeyeceğim çünkü bu fırsatı verirsen o seviyedeki oyuncular böyle mucizelere imza atarlar..Bir benzeri şekilde zor bir şutu önceki hücumda da Duncan baskete çevirmişti..Arka arkaya 2 inanılmaz son saniye şutuyla el değiştiren bir başka bu kadar önemli bir maç ben hatırlamıyorum..

Daha sonraki sezonlarda Shaq’ın Lakers’dan Kobe’nin kaprisleri ve ayak oyunları sayesinde ayrılmasıyla Lakers bu rekabetde çok gerilerde kaldı..2005-06-07 yıllarında Spurs 2 sampiyonluk daha kazanırken Lakers bu sezonlardan birinde Play-Off’a bile kalamazken diğerlerinde Phoenix’e ilk turda elenmişti..Zaten son 10 yılın en iyi takımı oylamasında Lakers’ı geride bırakan Spurs Lakers’ın bu durgun dönemi sayesinde bu ünvanı kazanmıştır..2008 Play-Off’larında bu sefer batı finalinde eşleşen bu iki takımın mücadelesini Ginobili’nin sakatlığı belirlemişti..Tartışmalı bir hakem kararı ile(bence yanlış olan bir hakem kararıyla) kritik 4.maçı kaybeden Spurs Ginobili’nin bileğindeki sakatlık nedeniyle bu seride elenmekten kurtulamamıştı..Aslında geçen sezonun ardından kadroyu yenilemek ve dinamizm katmak adına bu sene transfer sezonunda iyi hamleler yapan Spurs yeniden kendine gelecektir diye düşünüyorum..Yani yine NBA’in ağırsıklet unvan maçını bu sene batı finallerinde görebiliriz…

18 Aralık 2009 Cuma

Geçmiş Zaman Olur Ki...Mike Tyson-Michael Jackson-Michael Jordan...




Şu resime baktığımızda 80’lerin tartışmasız en büyük 2 ismini 2 Amerikan İkon’unu yan yana görüyoruz…Birisi tüm dünyayı şarkıları ve danslarıyla adeta hipnoz eden Michael Jackson diğeri ise ağırsıkletin en heyecan verici,reytingi en yüksek ve yine Jackson gibi insanları büyüleyen Demir Mike Tyson…

Bugunde ve geçmişe baktığımda spor ve müzik dünyasının en büyük efsane isimlerinin 80’lerde yaşadığını düşünürüm hep..Bir zaman makinesi olsa bu yaşımla 80’lerin o muhteşem efsanelerinin rekabetlerine gitmek isterdim…Şöyle sıralayalım 1-Magic Johnson ve Larry Bird rekabetinin en sert ve en üst seviyede yaşandığı yıllardı 2-Dünya futbolunun gelmiş geçmiş en büyük ismi Maradona’nın zirve dönemiydi 3-Michael Jordan’ın belki şampiyonlukları kazandığı yıllar olmasa da en heyecan verici oyunlarını oynadığı gençlik yıllarıydı(88’de sayı krallığı,normal sezon ve All-Star MVP’si ve en etkileyicisi yılın en iyi savunma yapan oyuncusu seçilmişti.All Star’daki smaç yarışması birinciliği de cabası..Aynı sezon hem normal sezon MVP’si hem de yılın en iyi savunmacısı ödülünü kazanan tüm NBA tarihinde sadece 2 oyuncu vardır.88’de Jordan ve 94’de Hakeem Olajuwan.) 4-Mike Tyson’ın Mike Tyson olduğu yıllardı 80’ler..Özellikle 86-87-88-89’lu yıllardaki Tyson bugun bile halen tüm boks tarihinin en dominant,ilgi çekici ve etkileyici boksörüydü...5-Avrupa basketbolunun halen gelmiş geçmiş en büyük oyuncusu olarak kabul edilen Drazen Petrovic’in de altın çağlarıydı 80’ler.. 6-Michael Jackson’ın halen kırılamamış satış rekorları kıran albümleri de yine 80’lerde piyasaya çıkmıştı.82’deki ‘’Thriller’’ albümü halen tüm dünyada gelmiş geçmiş ve belki de gelecek en çok satan albüm konumundadır.. .Bu liste ilk planda aklıma gelenlerden sadece bir kaçı..

Maalesef efsanelerin efsane pozlarına Don King denen boksun akbabası gölge düşürmüş.Gerçi o yıllarda hatta bu yıllarda bile ünlü bir boksör varsa o civarlarda muhakkak tepede leş yiyen akbaba Don King de bulunur.En çok merak ettiğim şey bu adam hiç mi yaşlanmaz ve ne zaman ölecek..Şimdi 79 yaşında olan bu akbaba bundan 20 yıl önce de aynı görüntüsündeydi halen de aynı görüntüsünde.Yani Ajda Pekkan yarışabilir sanırım bir tek Don King ile…’’Kefenin cebi yok’’ sözünün en büyük kanıtı için bu Don King’in ölmesini bekliyorum.İnşallah ondan önce ben gitmem öteki tarafa…

Mike Tyson-Michael Jackson-Michael Jordan…Bu muhteşem Mike’lardan acaba hangisi daha büyüktü..Elbette ki farklı alanların farklı efsaneleri..Farzedelim ki 3’ü de aynı spor dalını veya aynı sanatı icra ediyor olsunlar..Hem de en formda ve zirvede oldukları 80’li yıllarda olsunlar..Kim kimi yenerdi,kim daha çok şampiyonluk kazanırdı,kimin albümü daha çok satardı???? Zor bir soru sanırım…

13 Aralık 2009 Pazar

Vitali BABA Diyor Ki ''Uçtu Uçtu Kuş Uçtu''




Vitali ‘’BABA’’ Klitschko İsviçre’de karşılaştığı Amerikalı rakibi Kevin Johnson’ı eze eze yenerek WBC kemerini bir kez daha başarıyla korudu…

Karşılaşma öncesinde Vitali’nin rakibi olan Johnson hakkında kimse çok fazla bir bilgiye sahip değildi.Hani futbolda avrupa kupalarında eşleştiğimiz tanınmamış takımlar için kullanılan ‘’Kapalı Kutu’’ tabiri vardır ya işte Johnson da tam bir kapalı kutuydu.Gerçi karşılaşma boyunca gördük ki biraz fazla kapalı ve bir kutu bile ondan daha çok boksör…Bir boksör için unvan maçına çıkma şansı belki kariyerinde bir bilemedin iki sefer gelir..Hele hele Kevin Johnson gibi kum torbaları için bir kere bile böyle bir şansı yakalaması büyük bir nimetken bu şekilde ruhsuz ve bir boksöre yakışmayacak bir şekilde maçı tamamlaması onun adına çok ama çok büyük bir ayıp ve hayal kırıklığıdır.Elbette karşılaşma boyunca saldırsın diye kimse bir şey diyemez.Fakat maç öncesi bir taktiğin vardır ve bu taktiği neden kurarsın elbette ki müsabakayı kazanmak adına kurarsın..Koskoca 12 Raund boyunca bir kez dahi karşılaşmayı kazanmak adına en ufak bir atak yapamadı.Aslında yapmak istemedi çünkü atak yapıp verdiği her açıkda ağzının ortasına çenesinin çatına Vitali’nin yumruklarını daha bir etkili alacağını biliyordu..Arreola ile bu Johnson denen kum torbasını karşılaştırmam bile..Arreola’daki yüreğin 10 da 1 ‘i bile yok bu Kevin Johnson’da..Hatta eski Phoenix gardı Kevin Johnson çıksa karşılaşmaya o bile bu kum torbasından daha yürekli mücadele ederdi..Bir boksör savunma yapar elbette hatta bu savunma boksün olmazsa olmazıdır fakat bu savunmanın üstüne maçı kazanmak adına yeri geldiğinde hücum da eder..Ve bir boksör ne yapar diye sokaktan geçen alakasız bir adama sorsak o bile der ki boksör yumruk atar..Bu adamın sol direk hariç yumruk atmaya bile teşebbüsü ve yüreği yok..

Vitali baba 12 raundun tartışmasız ve su götürmesiz 12 sini de aldı..Bir tane dengesiz gözüne gözlük gereken hakem 1 tanecik raundu Kevin kum torbası Johnson’a vermiş.Hemen hakemlik lisansını assın duvara ve bu işi bıraksın..Karşılaşma boyunca durmadan sopa yiyen ve tek bir yumruk dahi atamayan sadece tek tük sol direkler vurabilen bir adama 1 tek raund bile vermek bırakın hakemliği insanlığa bile sığmaz…

Hani bir şehir efsanesi vardır Vitali ve Wladimir’i sevmeyenler uydurmuşlardır bunu da.Reach mesafesi kendilerinden uzun olan boksörlerle karşılaşmıyorlar karşılaşssalar zorlanırlar veya kaybederler derler bu anti-Klitschko’cular..İşte reach mesafesi Vitali’den fazlaydı hatta savunma ve dayanıklılık anlamında da iyi diyebileceğimiz bir boksördü sonuç??Sonuç aynı hep aynı 12 raund boyunca sopa…Vitali’nin büyüklüğüne şu açıdan bakarsak daha da iyi anlayabiliriz aslında…Arreola o kadar yürekli ve o kadar rakibin üstüne giden ve baskı kuran bir tarzda mücadele etmesine rağmen Vitali onun taktiğine en uygun şekilde ayak uydurdu ve Arreola’yı bitirdi..Bu seferse tam tersi kendisini iplere yaslayan ve sürekli geri çekilen bir rakibe karşı da bu sefer üstüne giderek 12 raund boyunca Johnson’ı ezdi ve yine kazanan Vitali oldu..Düşününsene Johnson bundan önceki maçlarını genellikle sayıyla kazanan bir boksör.Yani nakavtçı bir yapısı yok..Bu sayıyla maçlarını genellikle kazanan yani karakteri sayıyla maç kazanmak olan Johnson’ı Vitali sayıyla hem de 120 ye 108 açık ara eze eze yeniyor..Bir boksörden daha ne beklersiniz..Uçmasını mı bekliyorsunuz..Zaten onu da yapacaktı nerdeyse 12.raundda..Havada kuş var bak havaya derken Vitali kanatlansa şaşırmazdım..

Vitali maç boyunca sürekli rakibine baskı kuran ve elbette kazanmayı daha çok isteyen taraftı.Aslında meydan okuyan boksörün daha çok kazanmayı istemesi ve daha yürekli ve cesur bir maç çıkarması beklenir ki zaten bunları da yapmazsa ne gibi bir şansı olabilirdi? Sürekli yere eğilip yumruklardan kaçmaya çalışan bir Johnson ve bıkmadan usanmadan sürekli vuran bir Vitali..Öyle bir şampiyon ki maçı kazandığı zaten bariz belli olmasına rağmen rakip üzerindeki baskısını hiçbir raundda azaltmadı hatta artırarak devam etti.12.raundun sonunda bile halen saldıran taraftı..Normalde şampiyon kemer sahibi boksörler bu gibi maçlarda önde olduklarında risk almazlar ve rakibin üstüne gitmezler ve maçı sayıyla bitirmeye bakarlar.Ama işte Vitali normal bir şampiyon değil bunu iyi anlamamız gerekiyor..Hemen şunu da ekleyeyim Johnson yere eğildiğinde Vitali’nin kesinlikle aparkatlarını konuşturması gerekiyordu..Bunu maç boyunca pek yapmadı..Repertuarında aslında aparkat yumruğu da var Vitali’nin ama bunu çok fazla etkili şekilde kullanamıyor veya kullanmıyor..Bu yaştan sonra da kullanmaz diyemiyorum çünkü öğrenmeye ve yeni şeyleri en etkili şekilde kullanmaya doymayan boks aşığı bir şampiyondan bahsediyoruz..

Karşılaşma öncesi George Foreman-Lennox Lewis ve Evander Hollyfield’ın ışık sovu eşliğinde Vitali ile ilgili konuşmaları yayınlandı..Bir benzeri Vitali’nin 4 yıl bokse ara verdikten sonra geri döndüğü maç olan Samuel Peter maçında da yapılmıştı ve son derece etkileyici ve eğlenceli olmuştu..Şimdi bu 3 eski şampiyon neler söylemiş bir bakalım.. George Foreman : Hey Vitali boks tarihinin en iyi sol direklerine ve arkasından en iyi sağlarına sahipsin belki de haydi göster kendini… Lennox Lewis: Vitali dostum sen halen boks mü yapıyorsun inanamıyorum sana.Bana baksana çoktan göbek bağladım ben.Bu çocuk sana rakip olamaz. Evander Hollyfield: Vitali sen benim de belki ileride rakibim olacaksın ama bu seni takdir etmeme engel değil..Bugün kazanmanı istiyorum ve biliyorum kazanacaksın..İşte eski şampiyonlar Vitali’yi böyle onurlandırdılar karşılaşma öncesi.Vitali de onları haksız çıkarmadı ve gerekeni ringde yaptı…Görüntülerden ve konuşmalarından da anladığım kadarıyla Lennox’un bokse dönüp Vitali ile karşılaşmayacağı da çok belli oldu..

Şunu unutmamak gerekiyor..İyi boksör iyi rakibi karşısında çok daha etkili ve iyi görünür..Bu hemen hemen her spor dalında böyledir.Johnson o kadar donuk ve etkisiz bir boksördü ama ona rağmen Vitali gerekeni gerektiği kadar hatta bazen gerektiğinden de fazla yaptı..Örneğin Phoenix-Denvar maç yaparlarken hızlı hücumlar ve seyir zevki üst noktaya çıkar..Fakat yarı saha basketbolunu daha çok seven ve toplam hücum sayısını hem kendi adına hem de rakibi adına en aşşağı seviyede tutan takımların örneğin eski Detroit ve Indiana’nın maçları etkili rakiplerinin de kendi seviyelerine inmelerine sebep olmaktadır..Hem yeri geldiğinde hızlı hücuma ayak uyduran hem de yeri geldiğinde savunma ağırlıklı yarı saha basketbolunu oynayabilen San Antonio ve Lakers gibi takımlar ise gerçek şampiyonlar olmayı başarmışlardır hep..İşte Vitali de tıpkı San Antonio Spurs gibi komple ve şampiyon karakterde bir boksör..

Zenci sporcular ve özellikle boksörlerin gevşekliği hatta çoğu zaman ahlaksızlıklarını hepimiz biliriz.Dün de eminim ki Kevin Johnson karşılaşmanın büyük bölümünde Vitali’ye küfretti veya aşşağılayıcı sözler kullandı..Vitali gibi bir centilmen ve boksün efendisi bir adamı bile artık bu sözler çileden çıkartmaya yetecekti az daha..Gerçi Vitali’yi kızdırmanın cezasını son iki raundda iyice sersemleyerek ve çok daha etkili yumruklar alarak ödedi Kevin Johnson..Bilmiyorum belki bazılarınıza ırkçılık gibi gelebilir ama siyahi sporcuların bir çoğunu sevmiyorum sevemiyorum…

Gönül ne bar ister ne de meyhane gönül Vitali’yi uzun yıllar daha izlemek ister başka her şey bahane…(Not: Compubox istatistiklerine göre Vitali bu maçtaki performansıyla Compubox tarihinde bir maçda en fazla jab çıkaran boksör olmuştur.Tam 749 jab yani sol direk...Owen Beck'in 600 Jab'lik rekorunu da bu şekilde tarihe gömmüş oldu Vitali..Ağırsıkletde isabet eden toplam Jab sayısında ise rekor David Tua maçındaki performansıyla Lennox Lewis'e ait.O maçda Lewis tam 243 isabetli Jab çıkarmıştı..Vitali-Johnson maçının compubox istatistikleri ise şöyle:Vitali toplamda 1013 yumruk çıkarmış ve yüzde 29 isabet oranıyla 298 yumruk isabet ettirmiş.Johnson ise 332 toplam yumruk savurmuş ve sadece 65 inde isabet bulabilmiş.Jablerde ise Vitali 749 toplam jab çıkarmış ve bunların 157 sinde isabet bulmuş.Güya Jab'leriyle meşhur Johnson ise toplam 278 jabinin sadece 60 ında isabet bulabilmiş.Power punch yani etkili yumruklarda ise inanılmaz ezici bir üstünlüğü göze çarpıyor Vitali'nin..Toplam 264 Power Punch'dan yüzde 53 oranla 141 tanesini isabet ettirmeyi başarmış Vitali..Johnson ise sadece 54 Power Punch'dan 5 tanesini isabet ettirebilmiş ve yüzde 9 luk bir oran yakalamış...)

PANTANI , ARMSTRONG , MONT VENTOUX : Bir Nostalji



Dünya Yasta : Şok,Dehşet,Kuşku,Acı
La Gazzetta dello Sport bu ifadeleri kullanmıştı bu tırmanış uzmanının arkasından …

Marco Pantani hemen hemen herkes tarafından tüm zamanların gelmiş geçmiş en büyük tırmanışçılarından biri olarak kabul edilir.Hiç tahmin edilemeyecek zamanlarda atak yapar ve en dik eğimli tepeleri inanılmaz hızla tırmanırdı.Havanın soğuk ya da yağışlı olması onun için hiç fark etmez, tek başına acımasız ataklarını gerçekleştirirdi.1998 Tour de France bunun için en iyi örnektir.Tour de France ve Giro’yu aynı yıl içinde kazanarak hem sarı hem de pembe mayoyu aynı yıl içinde giyme başarısı göstermiş ender sporculardan biridir.

Lance Armstrong “tarihin gördüğü en büyük tırmanışçı” olarak nitelendirmiştir Pantani’yi.

Bununla birlikte Pantani’nin adı sık sık doping skandalları ile birlikte anılır olsa bile İtalyan sporcu ülkesinde en sevilen sporcular arasındadır hep.

Pantani yarışları boyunca inanılmaz taraftar topluluklarından inanılmaz düzeyde destek görmüştür.Bu durumdan oldukça etkilenen Britanyalı bisikletçi Charly Wegelius bir anısını şöyle anlatır;

”Giro’nun ilk dağlık etabında Pantani’yle birlikte tırmanıyorduk-son birkaç kilometre kala ben Sergei Gontchar’ın önündeydim.Pantani arkamızda kalmıştı.”

“Pantani’ye verilen destek inanılmazdı.Taraftarın çıkardığı gürültü inanılır gibi değildi, aldığı desteğin boyutunu tarif edemem.Sağır olmuştum.Genç-yaşlı herkes ona destek oluyordu.”

“O birkaç kilometreyi hayatım boyunca unutmayacağım.Hala düşündükçe tüylerim diken diken olur.”

14 Şubat 2004’de Rimini’de otel odasında ölü bulunan Pantani’nin ülüm nedeni aşırı dozda alınan uyuşturucu olarak açıklanmıştı.
Bazı çevreler kendisini kötü yola sürüklenen bir sporcu olarak görse de aslında tarihin sembol olmuş isimlerinden biridir Marco Pantani.

2000 Tour de France , Pantani-Armstrong düellosu ile sembolleşmiştir.Hiş şüphesiz Mont Ventoux tırmanışı Tour de France tarihinin en unutulmaz anları arasındadır.Lance Armstrong inanılmaz bir atak gerçekleştirmiş ve finişe yaklaşırken Pantani’ye hediye etmiştir yarışı .Ama Tour de France’ın en önemli etaplarından biri olan Mont Ventoux’yü hiç kazanamamasından dolayı sonrasında bunun pişmanlığını yaşamıştır.

Pantani bu olay sonrasında Armstrong’un etabı kendisine vermesiyle “küçük düşürüldüğünü” söylemiştir.
Armstrong ise “Benim yaptığım klas bir hareketti.Kendisinden daha klas olmasını beklerdim.Davranışıyla hayal kırıklığına uğradım” demişti.
Yazan:Ahmet Altuntaş

11 Aralık 2009 Cuma

Ribaund Can Alır Can Verdirir...




Yapılan derin araştırmalar ve anketlere göre bir basketbol maçında karşılaşmanın kaderini belirleyen en önemli etkenin ribaund olduğu belirlenmiştir.Yani bir maçın kazananını öğrenmeden önce istatistik kağıdındaki ribaund bölümüne bakmak bize çok önemli bir gösterge olacaktır.Ribaundlarda ezilip maç kazanan takımlar için istisnalar kaideyi bozmaz denilebilir ancak.İşte Efes Pilsen de o istisnalardan birini Partizan deplasmanında gerçekleştirecekti ama olmadı.Yani yine bizim istatistik kağıdındaki ribaund faktörü haklı çıktı ve 20 hücum ribaundu yapan toplamda 40 ribaund alan Partizan maçı da kazandı.Buna karşın Efes toplamda 19 ribaund alabildi.Karşılaşma için söylenecek çok şey var ama uzun zamandır bu kadar heyecanlı ve çekişmeli bir maç izlememiştik.Bir defa Partizan gibi genç takımların palazlanmasına izin vermeden baştan maça ağırlığını koyman gerekiyor.Hele hele 15 bin seyircinin önünde(resmi sayı 15 bin ama yarattıkları etki 50 bin) oynuyorlarsa.Özgüvenlerini kazandırırsanız seyircinin itici gücü ve basiretsiz hakem kararlarıyla beraber son saniyede son topda da olsa maçı kazanırlar..Efes gruptan çıkar çıkmaya ama bu ribaund işine çözüm bulmak şart.

Resimdeki iki efsane Larry Bird ve Magic Johnson boşuna ortadaki bir ribaund için mücadele etmiyorlar.Biliyorlar ki ribaund işin en can alıcı noktası.Şöyle bir özetleyeyim ribaundun basketboldaki önemini: 1-Net aldığınız ribaund hücuma erken çıkmanızı ve kolay sayı bulmanızı sağlar 2-Aldığınız her savunma ribaundu rakibin daha az hücum etmesine sizin de daha çok hücum etmenize sebep olur 3-Aldığınız hücum ribaundu muhtemel bir pota altından kolay ve yakın sayı bulmanızı sağlar.4-Aldığınız hücum ribaundu muhtemelen içeri gömülmüş ve dengesiz yakalanmış rakip savunmaya dışarı çıkaracağınız bir topla 3 sayılık cezayı kesmenizi de sağlayabilir.5-Rakipden aldığınız her ribaund özellikle hücum ribaundu rakibin moralinin bozulmasına,oyundan düşmesine ve sinirlenmesine neden olur sizin ise tekrar tekrar hücum etmenin verdiği sıcaklıkla daha çok sayı ve moral bulmanızı sağlar. 6-Aldığınız hücum ribaundu rakibin olası bir hızlı hücumunu keser ve yine olası bir faul yapmalarına sebep olabilir.7-Ribaundu oyun kurucunuz aldıysa eğer hızlı hücumdan rakibi avlamanız çok daha kolay olacaktır…

Aklıma ilk planda gelen bu 7 maddeye baktığımızda sanırım ribaundun önemini çok daha iyi kavrayabiliyoruz.Takım olarak ribaunda katkı yapmak çok önemlidir.Zira zaten hem rakibin hem de sizin uzunlarınız o top için mücadele edecekleri için top iki üç defa sekebilir ve her iki takımda kontrolüne alamayabilir.İşte bu anlarda kısalardan gelecek destek çok önemlidir.

Ribaund elbette ki uzun boyla doğrudan ilişkilidir.Ama uzun oyuncu her zaman ribaundu alır diye bir şey yoktur.İyi yer tutan ve her seyden önemlisi daha çok isteyen oyuncunun ribaundu alma şansı her zaman daha fazladır.Olurda top çok alakasız bir yere sekerse o zaman da işte kısaların ribaunda konsantre olması ve ribaundu alması gerekir.Unutmadan ekleyeyim ribaund alabilmek için bir de hissiyatınızın çok gelişmiş olması gerekir.Yani kokusunu alacaksın pozisyonun ve ona göre pozisyon alacaksın…

Bazı pozisyonlarda görüyoruz ki oyuncular aslında alamayacakları bir ribaund için bile mücadele ederler.Evet o ribaundu alma ihtimallerinin çok düşük olduğunu bilirler fakat burdaki asıl amaç rakibin pozisyonunu bozup zorlaştırmak ve savunmanın net bir ribaund alıp hızlı hücuma çıkmasını ve sizi gafil avlamasını önlemektir.Okuyanlar diyordur ki o kadar da derin düşünülmez ya diye söyleniyorlardır ama işte zaten basketbolun güzelliği o kadar derin düşünülmesinde ve bir satranç oyunu gibi her hamlenin çok hayati sonuçlar doğurabilmesindedir…

8 Aralık 2009 Salı

Yok Ginobili Gibisi...



Kelimelerin tarif etmekte yetersiz kaldığı bu Arjantin’liye hayran olmayan veya sevmeyen tek bir basketbolsevere rastlamadım daha.Ginobili için söylenen en güzel sözü çalıştığı koçlardan birisi şöyle ifade ediyor‘’Ginobili’nin ruhu diğer herkesden farklı bir melodiyle dans ediyor’’

Bir San Antonio taraftarı olarak belki Ginobili’ye daha da bir sempatiyle bakıyor da olabilirim fakat izleyenler zaten bilir izlemeyenler de videodaki görüntüleri izleyince bana hak vereceklerdir.Son zamanlarda Manu Ginobili olarak bilinen basketbolcunun asıl adı Emanuel Ginobili’dir.Kariyerine 95 yılında başlayan Ginobili İtalya’da 2 yıl Calabria’da oynadıktan sonra 2000 yılında Kinder Bologna’ya transfer olmuştur.Avrupa kariyerinin zirvesine Kinder’de çıkan Ginobili 1999 Nba draftında San Antonio Spurs tarafından 57.sırada seçilmiştir.Yani Ginobili’den önce 56 kez bu muhteşem çocuğu es geçenlerin resmen basketbol dünyasından sürgün edilmesi gerekir diye düşünüyorum.En erken uyanan her zaman oyuncu bulmakda ve sistemine monte etmekde dünyanın belki de en iyisi olan Spurs olmuştur.Ginobili Spurs’de daha çaylak yılında kenardan gelerek takıma çok büyük katkı sağlayarak takımını şampiyonluğa taşıma konusunda önemli roller oynadı.O seneden hatırladıklarım batı yarı finallerindeki Lakers’ı eledikleri seride yaptığı katkı ve tabi ki o meşhur Shaq’ı vücudunda kemik olmayan bir insanın yapabileceği bir hareketle çalımlamasıdır.O videoyu ayrıyetten yayınlayacağım.2005’deki şampiyonlukda Detroit’in boğucu savunmasında kilidi açan en önemli rolü de yine Ginobili oynamıştı hatta o seride kesinlikle finallerin en değerli oyuncusu seçilmeliydi.2007’de de Cleveland karşısında 3.şampiyonluk yüzüğünü parmağına takmıştır Ginobili..

Nba’de Ginobili’den en çok çeken takım sanırım Phoenix Suns olmuştur.Muhtemelen Manu olmasaydı Phoenix ya 2005’de yada 2007’de en az bir tane şampiyonluk kazanacaktı.Yazının başında bu çocuğu sevmeyen yoktur dedim ama sanırım Phoenix’lilerin bu kötü anılar yüzünden oyununu sevseler bile Ginobili denince tüyleri diken diken oluyordur sanırım..

Şimdi Ginobili’nin kariyerinden muhteşem notlar verelim. Ginobili basketbol tarihinde Eurolig'i kazanan, NBA'de şampiyonluk yüzüğünü takan ve olimpiyatlarda altın madalya alan Bill Bradley ile beraber 2 oyuncudan biridir.Yani tam anlamıyla winner bir oyuncu Manu..Şimdi sıkı durun 2009 yılında yapılan araştırmaya göre son 5 yılın en iyi krtik zaman(son 5 dakika içinde) yüzdeyle hücüm eden,şut sokan ismi Emanuel Ginobili’dir. %66 isabetle son 5 yılda son 5 dakikalarda tüm NBA’de Manu 1 numaradadır.Tek tek aldığı ödülleri kazandığı başarıları yazmayacağım .San Antonio’yu dikkatle takip edenler bilecektir ki Popovic Manu’yu normal sezonda çok fazla zorlamasa da Play-Off’larda ipleri tamamen Manu’ya verir ve en çok sorumluluğu alan oyuncu olur Ginobili.

Mükemmel karakterde bir insan olmasının yanında oyuncu özellikleri son derece etklieyici.Sırayla yazalım. 1-Mükemmel bir oyun bilgisi ve basketbol zekası 2-Dünyada çok nadir oyuncularda bulunan olağanüstü bir saha görüşü 3-Son derece hızlı eller ve üstün hissiyatı sayesinde çaldığı toplar 4-Bir beyaz oyuncudan beklenmeyecek derecede atletik bir yapı 5-Mükemmel bir top hakimiyeti 6-Hızlı ve inanılmaz delici bir oyun karakteri 7-Hızın yanında bu hızı kontrol edebilen,bencil olmayan ve her daim takım arkadaşlarını oyuna katan ideal bir oyuncu 8-Bir Ray Allen olmasa bile üst seviyede bir şutör 9-Nba’de bir tek Dwayne Wade’in yarışabileceği ani yön değiştirme özelliği 10-Nba’de belki de Jason Kidd ve Steve Nash’den sonra pasör özelliği en üst düzey oyuncu. Belki daha saysam bu ve bunun gibi onlarca özelliğini sayabilirim.İlk aklıma gelenler bunlar.

Nba’de son 10 yılı Lakers ile birlikde domine eden Spurs bu etkinliğini sağlarken en çok kullandığı temel oyunda Duncan ile beraber başrolü Manu Ginobili oynamıştır.İçeri Duncan’a indirilen bir top Duncan’a olmazsa olmaz yapılan bir ikili sıkıştırma ve bir uzuna oranla çok ama çok iyi bir pasör olan Duncan’ın dışarda Ginobili’yi bulması ve Manu’nun ya ceza şutunu kesmesi ya içeri dalıp savunmanın dengesizliğinden yararlanıp sayıyı bulması yada seri paslaşmalarla daha müsait durumdaki takım arkadaşlarını bulması sonucunda biten hücumlar.San Antonio’nun en temel ve her daim en kritik zamanlarda denediği taktik her zaman bu olmuştur.Ne zamanki Ginobili sakat ve oynayamazsa o zaman Spurs özellikle hücumda çok ama çok zorlanmakta.Geçen sezon bir sabah uyandığımda arkadaşım Murat’ın Ginobili’nin sezonu kapattığını söyleyen mesajını aldığımda o anda Spurs’ün de sezonu kapattığını anlamış ve çok üzülmüştüm.Ginobili’nin sakatlığı her zaman ayak bileklerinden olmuştur.Meşhur 2002 Indianapolis’deki bu bilek sakatlığı her zaman Manu’yu olumsuz etkiledi.Belki halen de etkiliyor ama her ne olursa olsun kazanma azminden ve olağanüstü yeteneklerinden her zaman enstantaneler sunmaktan geri kalmıyor Emanuel..Diyeceksiniz ki Ginobili’nin kariyerinde kötü olarak hatırlanacak hiç mi bir şey yok? Evet var o da 2002’de Bologna da kendi evlerinde yapılan Eurolig Final-Four’unda finalde Panathinaikos ve Bodiroga karşısındaki belki de kariyerindeki benim hatırladığım tek kötü anıdır.2001’de finalde Tau’yu 3-2 ile geçerken MVP seçilen Manu kendi evlerindeki bu finalde favori olan tarafdı.Fakat Avrupa basketbolunun her daim en kurt ve en winner oyuncusu olan Bodiroga’ya karşı o maçda hırsına yenik düşmüşdü Ginobili.Normalde içeri dalışlarıyla Kinder hücumlarını yönlendiren Manu o gün sürekli şut atmış ve genellikle de kaçırmıştı.Kötü olan şut kaçırması değil sürekli şut atmakda ısrar etmesiydi.Her oyuncunun kariyerinde kötü anları olabilir.Bu da Manu’nun kariyerindeki nazar boncuğu olsun diyelim..Aynı sezon Dünya Şampiyona’sında finalde Yugolara kaybederken de o meşhur bilek sakatlığ yüzünden çok fazla süre alamamıştı.Gerçi o final basketbol tarihinin 95 Avrupa Şampiyona’sı finaliyle beraber en rezalet en fiyasko maçlarından birirdir.Her ikisinde de Yugolar resmen kayrılmış ve şampiyon olmaları hakemler tarafından sağlanmıştı.Katledilen takımlar ise 95’de Sabonis’li Marculionis’li Litvanya ve 2002’de Ginobili’li Arjantin’di.

Zamanın ilerlemesine kendim yaşlandığım için değil Manu Ginobili gibi bir oyuncuyu izleyeceğimiz her günden çaldığı için kızıyorum ve üzülüyorum. Keşke sonsuza dek Emanuel Ginobili’yi izleyebilsek çünkü yok onun gibisi bir daha da gelir mi bilinmez…

17 Kasım 2009 Salı

Dünyanın En İyisi ''Manny Pacquiao''




Bu kendi küçük ama yüreği,cesareti ve boks yetenekleri büyük Filipinli Pacquiao önünde saygıyla bir kez daha eğiliyorum..Spor tarihinde bir çok ünlü ve büyük sporcu vardır fakat bence hiç biri Many Pacquiao kadar çok sevilmeyi hak edecek derecede bu sevimli adamla kıyaslanamaz.En son yaptığı Cotto maçına değineceğim ama hepsinden önce Manny’nin Filipinler’de ne kadar çok sevildiğinden bahsedelim.Ülkenin en önemli ismi Pacman.Devlet başkanları,sanatçılar falan hepsini toplasan yine de Pacquiao’nun popülaritesine yaklaşamıyorlar.Adeta Filipinler’de hayat duruyor Pacquiao’nun maçlarında.Yüzbinlerce insan televizyon başında halk kahramanlarının bir kez daha tarih yazması için dualarla ona yardımcı oluyorlar.Hatta o kadar meşhur ki Pacman halka açık yaptığı antremanları izdiham yüzünden yarım bırakmak zorunda bile kalabiliyor bazen.Kısacası Filipinler Manny Pacquiao ila yaşıyor ve onunla var oluyorlar.Bu efsane boksörün yenildiğini görmek sanırım Filipinler’de toplu intiharların falan yaşanmasına sebep olabilir.

Bir boksör düşünün rakiplerine inanılmaz derecede saygı duyan,kazandığı her maçdan önce ve sonra köşede duasını eden ve rakibini ringde öldüresiye hırpalasa da karşılaşma sonunda rakibine sarılıp övgüler düzen…Maçlarda rakiplerini adeta canından bezdiren bir baskı kuruyor Pacquiao ve resmen pes dedirtiyor, boks deyimiyle havlu attırıyor..O kadar hızlı elleri ve ayakları var ki rakipleri çaresizlik ne demektir Manny’nin karşısına çıktıklarında anlıyorlar..Dünyaya daha önce hızlı boksörler gelmedi mi elbette geldi ama hiç birisi bu hızının yanında çok sağlam bir karaktere sahip olmadı ve boks tekniği olarak da bu kadar çok isabetli yumruk atamadı.Normalde hızlı olan boksörün vücut koordinasyonunu ayarlayarak rakibe daha kontrollü boks yapan rakiplerine oranla daha az isabetli yumruk atmasını beklersiniz.Fakat Pacman hem inanılmaz süratli hem de o oranda isabetli yumruklara sahip.Daha da inanılmaz olan şey bu yumruklar bir veya iki tane arka arkaya atılan yumruklar da değil.Arka arkaya dörtlü beşli hatta altılı kombinasyonlar.Bunu sadece bir veya iki raundda da yapmıyor hemen hemen her raundda bu baskıyı rakibine hissettiriyor Pacquiao…Normal şartlarda bu kadar atak boks yapan bir sporcunun savunmada açıklar vermesi beklenir.Elbette bazen savunmada açıklar veriyor Pacman fakat bu kesinlikle karşılaşmayı kaybedecek oranda açıklar değil.O kadar haraketli ayaklara ve vücuda sahip ki Pacman açık verdiğinde vurmak istese bile rakibi yakalayamıyor.Rakip adına ne kadar sinir bozucu bir şey düşününsene adam size bir kamyon sopa atıyor siz yeter artık gel bi de ben vuracağım diyorsunuz ama her gittiğinizde hem yakalayamıyorsunuz hem de üstüne aldığınız yumruklar da cabası..Pacman’in rakipleri elbette bazen sağlam yumruklar denk getirip vuruyorlar fakat çenesi de son derece sağlam olan Manny bu yumruklardan çok fazla etkilenmiyor.En büyük özelliklerinden biri de rakip iyi bir yumruk attığında Pacman’in üstüne gidip iyice hırpalamak isterken Pacquiao bir adım geri çekilip sanki az önceki yumruğu alan kendisi değilmiş gibi fırtına hızında rakibine kombinasyonlarla dur demesidir.Ters gardlı bir boksör olan Pacquiao’nun en öldürücü silahı ise o meşhur yıldırım hızındaki sollarıdır.O kadar süratli ve dengeli çıkarabiliyor ki(sürat ve denge aynı anda bir araya getirenler her zaman sporda efsane olmuştur) o solları rakibe hiçbir zaman kalmıyor o soldan kaçmak için.

Geçen Cumartesi gecesi Cotto ile yaptığı mücadele de yine eski maçlarına benzer bir sonla bitti.Aslında Manny ile karşılaşan boksörler karizmayı çok ama çok fena çizdiriyorlar.Yani rakiplerini normal bir şekilde yenmiyor ki Pacman resmen dünya aleme rezil ediyor.Hatta öyle ki boksün efsane isimlerinden Oscar De La Hoya’yı öyle bir benzetti ki dünyaya geldiğine bin pişman etti Oscar’ı..Maç boyunca bir tane bile yumruk atamayan Oscar’a pes dedirtti ve Oscar köşesi daha fazla devam etmenin bir anlamı olmadığını düşündü ve maçdan çekildi.Hatta Oscar’ın o maç için antrenörlüğünü yapan Ignacio Beristain aynen şöyle demişti ‘’Hey Oscar daha fazla devam etmenin bir anlamı yok adam çok hızlı ve çok iyi çekiliyoruz tamam mı en doğrusu bu olur’’ İşte bu kadar domine ettiği bir maçdan sonra Oscar’ın yanına gidip ‘’Sen benim idolümsün her zaman’’ deme olgunluğunu ve büyüklüğünü de göstermişti Pacquiao…Gelelim en son yaptığı Cotto maçına.Doğal bir Welterweight boksörü olan Cotto bu zamana kadar Pacman’in karşılaştığı en kalın ve fizik olarak en güçlü rakibiydi.Bir çok kimse Cotto’nun kazanacağını ve gücü ve boks altyapısı çok sağlam olan Cotto’nun bir sürprize imza atacağını düşünüyordu.Aslında karşılaşmaya da çok kontrollü ve savunmada dikkatli başladı Cotto.İlk iki raund istediğini yapan boksördü diyebilirim.Fakat Pacman o kadar fazla baskı kurmaya başladı ki artık Cotto dayanamadı ve yeter artık canıma tak etti diyerek korakor mücadeleye girmek istedi.Tabi ki bu şekilde korakor mücadelede hiç şansı yoktu Cotto’nun ve öyle de oldu 2 defa yere düştü ve maç boyunca bir çok defalarda yere düşmekten son anda kaçarak kurtuldu.8.raunddan sonra bir de baktık ki Cotto sürekli ringde kaçıyor.Resmen tavşan kaç tazı tut misali köşe bucak kaçabildiği kadar kaçıyordu.Pacquiao ise bıkmadan usanmadan sürekli Cotto’yu takip ediyor ve her yakaladığında arka arkaya cezalandırıyordu.Maçı izlerken Cotto’nun bu kadar çaresizliğinden de olsa kaçmasına hakemin dur demesi gerektiğini düşünürken hakem Kenny Bayless 12.raundda artık yeter dedi ve karşılaşmayı durdurdu.Hatta birkaç raund önce ve son raundda da Pacquiao kovalamayı bırakıp olduğu yerde durup resmen bu nedir böyle kaçma der gibi Cotto’ya bakmıştı.

Manny Pacquiao’nun hayran olunacak onlarca tarafı var elbette ama benim en çok sevdiğim yönü maçlara çıkarken ki hareketleri ve vücut dili…Etrafa gülücükler saçarak ilerliyor herkesi selamlıyor hatta el çakışıyor…Ne kadar bir kendine güven ve rahatlıktır bu.Hele hele boks gibi bir sporda..Pacquiao o kadar çok seviliyor ki sadece Filipinliler değil salona gelen hemen herkes Pacman’i destekliyor.Hani daha önceki yazılarımdan birinde Tyson’ı diğer boksörlerden ayıran bir sihiri vardı demiştim.İşte o sihirin bir benzeri de Pacquiao’da var.İzleyenleri resmen büyülüyor ve kendisine hayran bırakıyor taraflı tarafsız herkesi…Şimdi herkes Pacquiao-Mayweather maçını bekliyor.Bu maç eninde sonunda olacak.Boks tarihinin tartışmasız en büyük 5 maçından biri olacağını söyleyebilirim.Ortada dönecek paralar,reytingler,sponsorlar falan düşünmek bile istemiyorum.Şimdi olası bir Pacquiao-Mayweather maçını burda değerlendirmeyelim başlı başına bir yazı konusu..Hele bir açıklansın bu maç o zaman zaten uzun uzun konuşuruz bu çok büyük karşılaşma üzerine..Şu anda ortada bir anlaşma olmamasına rağmen bahis şirketleri oranlar belirlemeye başladılar bile..Pacquiao’nun kazanmasına 1.60 ile 1.75 arasında bir oran verilirken Mayweather’ın kazanmasına ise 2.20 ile 2.35 arasında oranlar verilmiş.Elbette bu oranlar değişebilir maç zamanına kadar.Fakat benim gözümde de Pacquiao bir adım önde Mayweather karşısında.Mayweather’ın o müthiş savunması ve boks tekniğini Pacquiao’nun inanılmaz hücumunun bozacağına inanıyorum.Yani sürekli kontrollü maçlar çıkaran Floyd Mayweather bu sefer Pacquiao karşısında korakor döğüşe girmek zorunda kalacak.Daha doğrusu buna Pacquiao zorlayacak Mayweather’ı…Bu maçı izlemeden ölmek istemiyorum.Bir an önce anlaşmalar imzalansın ve 2010’da bu maçı dünya gözüyle izlemek nasip olsun biz boksseverlere…

10 Kasım 2009 Salı

Ne Sayı Ama...

Masa Tenisi'nden son günlerin popüler deyimiyle 10 numara bir sayı...Burda benim dikkat çekmek istediğim nokta efsanevi İsveçli tenisci Jan Owe Waldner'in önce savunmada rakibini durdurup daha sonra da en uygun zamanda atağa kalkarak sayıyı alması..Günümüzde hemen her sporda en çok aranan ve değer gören sporcular oyunun iki tarafını da yanı savunma ve hücumu aynı derecede başarılı yapabilen kişilerdir.İşte Waldner masa tenisinde bu tanıma en çok uyan sporcudur.

Persson vurdukca vuruyor ve bir yerde artık Waldner'in hata yapacağını düşünüyor.Çünkü masaya uzak olan ve zor pozisyonda olan kişi Waldner..İşte hani derler sporcu her an her şeye hazırlıklı olmalıdır diye burda Persson Walldner'den bir atak beklemiyor ve gafil avlanıyor..Bu İsveçli kelimenin tam anlamıyla kurt...

8 Kasım 2009 Pazar

Valuev Ancak Çocuk Sever...


Karşılaşmayı değerlendirmeden önce şu Bilgehan Demir denen ezik insan hakkında bi şeyler yazmak istiyorum.Bu çocuğa maç anlattıranları ülkeden sürmek lazım.Bunu artık nerdeyse Bilgehan Demir'in anası babası bile söyler hale geldi ama Fox halen bu ezik insancığa maç anlattırıyor.Hangi bir skandalından bahsetsem ki bilmiyorum.Artık Kıbrıs'lı bir şampiyonumuz var bile dedi ne diyeyim ki...Maçdan önce konuştu da konuştu David Haye'nin giyeceği şortla ilgili.Kıbrıs'a aşık Türk gibi hissediyor kendini bile dedi.Hatta yüreği olan varsa bu Kıbrıs şortunu erkeklerse çıkartsınlar demiş Haye onu da söyledi.Tam bu cümlesi bitti ve ekranlarda Haye göründü.Kocaman bir İngiliz bayrağıyla hem de.Tabi ki İngiliz şortu giyecek adam İngiliz ve oraya kendisini desteklemeye gelen binlerce İngiliz var salonda.Ne oldu Bilgehan denen insancık ahkam kesiyordun Kıbrıs da bayrak da vs diye..Juan Carlos Gomez denen esrarkeş için de Türk bayrağı dövmesi yaptırdı diye tapacaktı az daha hatırlarsınız.Peki bu spikerciğin bu davranışlarının sebebi nedir?Hemen söyleyeyim ezikliği...Kendi ülkesinin boksde önemli bir boksörü olmadığı için kendisini bu şekilde olmadık boksörlerle Türk'lüğü eşleştirerek bu eziklik ruh halinden kurtulmaya çalışıyor.İyi ki Haye şampiyon haydi Türkiye sokaklara demedi onu da bekliyordum ben bu ezik insandan.Haye'nin umrunda mı ya Türk bayraklı şort Kıbrıs falan.Adam paraya,şana ,şöhrete ve kariyerine bakar.Daha ilk önemli ağırsıklet maçında hopp çıkardı Kıbrıs bayraklı şortunu giydi aslanlar gibi İngiltere bayraklı şortunu...
Maça gelirsek eğer ben de hakem olsam karşılaşmayı Haye'ye verirdim.Benim beklentimin çok aksine değişik bir taktikle döğüştü Haye.Sürekli kaçarak arada vurduğu kroşeler ve kombinasyonlarla puan toplayıp maçı kazanma yoluna gitti.Aslında uzun ve kısa boksörlerin karşılaşmalarında her zaman baskı kuran ve rakibin üzerine gitmesi gereken boksör kısa olan olmuştur.Yani yanlış taktik aslında Haye için ama bu Valuev için doğru taktik oluverdi birden bu taktik.Kaçarken kendisi yoruldu ama daha fazla da daha önceki yazıda belirttiğim gibi Valuev'i yordu.Valuev'in yumruklarından kaçmak için hızlı ve seri olmaya falan gerek bile yok.Adam yumruk çıkarana kadar aylar yıllar geçiyor.Bunun yanında karşınızda bir tane koskocaman bir açık hedef kafa ve vücut var.Vur vurabildiğin kadar.Valuev bir iki raund baktı Haye üstüne gelmiyor onun da Haye'nin üstüne gitmemesi lazımdı.Bırak o gelsin sen kemer sahibi olan boksörsün niye rakibe uyuyorsun.Zaten içi boş,boks fundamentali sıfır olan ve bu zamana kadar lobisinin etkisiyle buralarda olan Valuev hakettiği yere gitsin.Hani Erman Toroğlu demişti ya bir hakem için ''Tamam iyi çocuk,sevecen iyi kalpli, eniştem olsun ama maç yönetmesin be abi''..Valuev'e resimdeki gibi çocuk sevmek daha çok yakışıyor.
Haye hakettiği bir maçı kazandı orası çok açık fakat yine bir örnek vereyim bu sefer Ali Şen'den..Bundan 10 yıl önce Beşiktaş'ın Arnavut rakibini öven İlker Yasin denen spikercik kendi liginde hiç gol yemedi bu takım ciddi bir rakip demişti.Ali Şen de cevabı yapıştırmıştı ''Yahu yapma İlkercim hangi ligde gol yememiş Alman liginde mi İtalya liginde mi ?'' Yani bu Valuev bomboş bir boksör bu galibiyet önemli bir veri değil bence..Hiç bir yumruktan kaçamayan açık hedef bir boksör.Fakat Haye'nin de kombinelerininoldukca etkili olduğunu söylemeliyim.Seri ve isabetli çıkarıyor.Hele Valuev karşısında ferrari gibi hızlı olduğunu da gördük.Aslında kesinlikle bu maçın 12.raundda Valuev sarsılmışken nakavt ile bitmesi gerekirdi.Çam yarması devrilmeliydi.Gerçi herkesin beklediği o saldırgan rakibin üstüne giden Haye'yi göremedi seyirciler fakat bir şey görüldü ki o da fazla bir şey yapmasan bile Valuev için çok fazla olduğuydu.Bir de Valuev Vitali ile maç yapmak falan istemiş.O iyi kalpli Valuev'in sonunun morgda veya tekerlekli sandalyede bitmesini görmek istemezdim iyi ki çıkmamış Vitali'nin karşısına..
Olası bir Haye Klitschko kapışmasını daha sonra ayrı bir yazıyla değerlendiririm.Yalnızca şunu söyleyeyim bu taktikle yani kaçarak iki Klitschko'dan da tek bir raund dahi kazanamaz Haye...Aslında Vitali Haye'nin kısa yoldan kemer sahibi olma yolunu Valuev'de bulduğunu söylemişti.Ne kadar haklı olduğunu bu gece gördük.İnsan üzülmeden edemiyor Hollyfield kesinlikle çok daha fazla haketmesine rağmen hakem mafyası vermemişti maçı Evander'a...David Haye'yi her ne kadar dolambaçlı yollara girip o yollardan kaçarak da olsa kemeri kazandığı için tebrik etmek gerekir.Lakin artık çıkmaz sokak olan ''Klitschko Street'' e girmek zorunda kalacak.Aralık ayında Vitali'nin Kevin Johnson(eski NBA yıldızı Kevin Johnson değil) ı yenmesinin ardından 2010 yılında benim tahminim Vitali-Haye ve Wladimir-Povetkin maçları olacaktır.

4 Kasım 2009 Çarşamba

David Haye Vs Nikolay Valuev ''Kesmik Benim''


Sanırım herkes başlıktaki kesmik ne demek merak ediyordur.Bu sözü ben babamdan öğrendim.Ne zaman bir maç olsa veya başka bir durum olsa bu benzetmeyi yapar babam..Nedir kesmik?Hemen söyleyeyim.Aslında 3 tane anlamı var kesmiğin.Bizi ilgilendiren tanımı ''Başakla karışık iri saman'' demektir.Diyeceksiniz ki ne alaka.Babamın anlattığı hikayeye göre bir harman vakti kaliteli ve iyi sap samanları yanındakilere kaptıran Sarı Çizmeli Mehmet Ağa bu kişilerin arkasından bağırmış ''Kesmik benimmmm kesmikkk benimmmm''.Yani hiç bi şeyi elde edemedik kaliteli samanları rakipler kaptı bari ben de kesmiği alayım demiş Mehmet Ağa..Sanırım lafı nereye getireceğimi boksseverler anladılar.Evet Klitschko'ların egemenliği ve ağırlığı bu iki kesmikci boksörü karşılaşmak zorunda bıraktı.Hem Valuev hem de defalarca Haye Vitali ve Wladimir'in karşısına çıkma cesaretini gösteremediler.Ayarlanan maçlar sürekli bu iki kesmikci tarafından çeşitli bahanelerle malesef iptal edilmek zorunda kalındı.Neyse biz Klitschko'ları bir kenara bırakalım ve 7 Kasım Cumartesi akşamki bu karşılaşmanın bir değerlendirmesini yapalım.
İki boksörün kariyerine baktığımız zaman Haye'nin yarı ağır sıkletden geldiğini görüyoruz.Valuev zaten doğuştan süper ağırsıklet.Kelimenin tam anlamıyla fiziksel olarak tam bir dev.Aslında iki farklı boks karakterinin çarpışması olacak bu karşılaşma.Daha iri ve dayanıklı Valuev ile daha hızlı ve ateşli Haye'nin Almanya Nürnberg Arena'daki mücadelesini izleyeceğiz.Şöyle bir göz gezdiriyorum son zamanlarda maç ile ilgili antrenörlerin ve gerek eski gerek yeni boksörlerin hemen hepsi David Haye'nin Valuev'i nakavt edeceği konusunda ağız birliği yapmış durumdalar.Olabilir tabi ama hemen şunu belirtmeliyim ki İngilizler ne zaman sıradan bile olsa bir boksörleri piyasaya çıksa her spor dalında inanılmaz pof poflarlar ve derin lobileriyle boksörlerinin reklamlarını yaparlar.Hatta bu lobi o kadar derindir ki Lennox'un ilk maçda Hollyfield ile berabere kalmasının ardından resmen dünyayı yıktılar.Rövanşda çok ama çok daha iyi bir maç çıkarmasına rağmen müsabakayı sayıyla Lennox'a vermişlerdi.Daha iyi bir maç derken ilk maçdaki performansını neredeyse ikiye katlamıştı Hollyfield.Asıl o ikinci maça beraberlik verilebilirdi diye düşünüyorum.Neyse biz maçımıza dönelim.Valuev kesinlikle fiziğinin vermiş olduğu avantajlardan çok dezavantajını yaşayabileceği bir maç olabilir.Fakat bunu dezavantaja dönüştürecek olan da David Haye'dir.Agresif ve Valuev'i sürekli zorlayan kombineler çıkarıp Valuev'i yorması gerekiyor.Hızlı ayaklarını ve kombinelerini konuşturursa avantajlı konuma geçebilir Haye.Genel inanışın aksine bir düşüncem var benim.Uzayan müsabakada daha çok yorulan taraf kesinlikle Valuev olacaktır.Şöyle düşünün.Bir kamyon ile taksi aynı yolu gitseler hangisi daha fazla benzin harcar?Tabi ki kamyon..Valuev o dev cüssesini kontrol edip yönetmek için çok daha fazla efor harcayacaktır.Doğal olarak Haye de daha az kullandığı kalan benzinini işin diğer kısımlarında kullanabilme şansı yakalayacaktır.Bunun yanında Valuev ne kadar yorulursa yorulsun o kadar sağlam bir çenesi var ki bırakın nakavtı yere bile düşürmek büyük bir iş.
Bir de diğer tarafdan bakalım olaya..Vücudu ve atletikliği ne kadar etkileyici olursa olsun David Haye tam bir kristal çene.Aldığı yumruklarla çok çabuk dağılabilen bir boksör.Bu çene olayını şöyle bir örnekle açalım.Mesala çişimiz geldiği zaman acil durumlarda tutabiliriz değil mi hatta çok daha önemli durumlarda çok daha uzun süre dayanıp çişimizi tutabiliriz.İşte boksdeki çene bu olaydaki gibi değildir.Yani daha önemli ve kemer maçına çıkıyorum çenemi sağlam tutayım dayanayım gibi bir şansınız yoktur.Çeneniz zayıfsa aldığınız yumruk istem dışı olarak dengenizin bozulup yere düşmenize sebep olacaktır.David Haye için işin ironik tarafı da nakavta ihtiyacı olan taraf olarak Valuev'in üstüne gitmek zorunda olması.Atak döğüşürken yumruk alma ihtimaliniz her zaman daha fazladır.Çünkü gardlarınızı indirip rakibin üzerine gidip yumruk atmak zorunda kalacağınız için sol direklerinizde rakibin sağı sizin için çok tehlikeli bir hal alacaktır.Düz gardlı boksörler için genellikle nakavt yumruğu olan sağlarınızı çıkardığınızda da rakibin solları sizi zorlayacaktır.Yani Haye hem helva yapacak hem de mutfağı batırmayacak.Bunu nasıl yapabilir diye düşünürsek elbette o hızlı ayakları ve vücut hareketleri sayesinde kombineleri vurup hemen geri çekilmesi gerekecek.Ama işte alacağı bir yumrukla grogi duruma düşüp Valuev'in o faullü de olsa hakemlerin göz yumduğu avuç içi sokak kavgası türündeki yıpratıcı yumruklarını alarak nakavt da olabilir.
Geçenlerde izlemiş olduğumuz Vitali-Arreola maçında rakibe baskı kurarak maçı kazanma stratejisi belirlemiş olan Arreola tarzında sağlam çene ve dayanıklı bir boksör olsa David Haye o zaman helvayı da yapabilir mutfağı da batırmaz diyebilirdik.Arreola sürekli Vitali'nin üstüne gitti ama efsane vurmaktan usanmadı ve üstün tekniğiyle rakibine havlu attırmıştı.Evet Haye Arreola kadar dayanıklı değil belki ama Valuev de kesinlikle üstüne gelen bir rakibin karşısında Vitali gibi rakibine havlu attıracak ne tekniğe ne de yumruklara sahip.
Karşılaşma eğer Haye'nin nakavtı ile sonuçlanırsa sanırım 2.12'lik devin yere düşüşü de tarihe geçecek görüntülere sahne olacaktır.Bu olur mu derseniz son derece zor ama imkansız değil diyorum.Peki hangisi daha olasıdır derseniz Valuev'in sayıyla kazanması diğer tüm senaryolardan daha olasıdır.Gerek menejerinin Don King olmasından dolayı sürekli hakemler tarafından kayırılması gerekse maçın Almanya'da olmasından dolayı Haye'ye bu maçı sayıyla vermezler gibi geliyor bana.Zaten Haye'nin de sayıyla maç kazanacak stilde bir boksör olmadığını göz önünde bulundurduğumuz zaman ya Haye nakavt edecek yada sayıyla kaybedecek diyebiliriz.Demir çene Valuev'i nakavt edebilmesi için çok ama çok üstün bir performans ortaya koyması lazım Haye'nin...Heyecanlı geçmeye aday bir karşılaşma diye düşünüyorum.Fakat bu maçın en büyük sonucu kesmiği kapan hengi boksör olursa olsun kaliteli samanın asıl sahipleri Klitschko'ların karşısına çıkmaktan artık kaçamayacak olmalarıdır.Yani kısacası er yada geç o kesmiği de kaptıracaklar...(Not:Son maçında Hollyfield Valuev'i çok net bir şekilde yenmesine rağmen derin boksün ayak oyunlarıyla mağlup sayılmıştı.Benim tarafımdan o maçı Hollyfield kazanmıştır ve gayriresmi de olsa ağırsıklet tarihinin en yaşlı şampiyonu olmuştur.Bunu resmi olarak 4 defa başaran tek ağırsıklet olan Hollyfield Valuev karşısında 5.sini de gayri resmi olarak ele geçirmiştir.Kırılması son derece zor bir rekor gerçekten de hem de 46 yaşında)

31 Ekim 2009 Cumartesi

Stefanel Milano vs Efes Pilsen 95-96 Koraç Kupası Finali Son Anları


Bu görüntüleri izleyince tüylerin diken diken olmaması mümkün değil gerçekten.Daha dün gibi hatırlıyorum Murat Evliyaoğlu(benim deyimimle taş kafa)'nın farkı 4 sayıya indiren ve bir yerde de şampiyonluğun habercisi olan serbest atışından sonra yumruğunu öpüp tribünleri selamlamasını...İsmet Badem'i boşverin ama Murat Murathanoğlu'nun o inanılmaz klasik halini alan ses tonuyla ''Kupa bizim kupa bizim'' diye çığlıklarlarını unutmak ne mümkün.Veya Evliyaoğlu'nun serbest atışından sonra ''Faul yapmadan bir 3'lük yesek bile yetmiyor yetmiyor yetmiyorrr'' sözlerini daha dün gibi hatırlıyorum.Gentile'nin son üçlüğünden sonra Ufuk Sarıca'nın numara çekerek sanki topu arıyormuş gibi yaparak son bir iki saniyeyi de o şekilde eritmesi de harika bir şeydi.O dönemde basketlerden sonra süre durmuyordu şimdi ise son 2 dakikada basketlerden sonra süre durduruluyor.Karşılaşmayı o zaman canlı yayınlayan Show Tv karşılaşmanın bitiminde hemen reklama gitmişti ve tüm seyircilerden hakettikleri küfürleri duymuşlardı.
13 Mart 1996 yılında oynanan bu rövanş maçında Stefanel'in koçunun Bogdan Tanjevic olduğunu da belirtmek isterim.O zamanki Koraç Kupası kesinlikle bugünün Eurocup'ından falan kat be kat daha zor ve değerliydi.O dönemde Gentile,Blackman,Fucka,Bodiroga gibi en üst düzeyde oyunculara sahip olan bir takımdı Stefanel..Efes Pilsen'in kadrosu ise şöyleydi:Tamer Oyguç,Volkan Aydın,Ufuk Sarıca,Petar Naumoski,Mirsad Türkcan,Conrad McRae,Murat Evliyaoğlu,Hüseyin Beşok,Mustafa Kemak Bitim,Alpay Öztaş,Bora Sancar,Erdal Bibo..Şimdiki gibi rotasyon denen günümüzün o güzel illeti o dönemde pek uygulanmıyordu.Takımlar bazı as oyuncularına çok daha fazla süre veriyor ve onların omuzlarında çıkarım yada batarım mantığıyla oynuyorlardı.Stefanel Fucka,Bodiroga,Gentile,Blackman ve Cantarello beşiyle neredeyse tüm maçı oynuyordu.Efes Pilsen ise genellikle Volkan,Ufuk,Naumoski,Tamer ve Conrad beşiyle karşılaşmaya başlıyor ve yine büyük çoğunlukla bu beşle maçları bitiriyordu.
Koraç Kupa'sının adını nerden aldığını da hemen belirtelim.Kupa ismini 1969 yılında bir trafik kazasında ölen Yugoslav basketbolcu Radivoj Korac'dan almıştır ve 2002 yılına kadar da bu isimle düzenlenmiştir.
6 Mart'da İstanbul'da oynanan ilk maçın son saniyelerinde Fucka'nın bomboş pozisyonda kaçırdığı smaç belki de şampiyonluğu getiren kelebek etkisi olmuştu...

30 Ekim 2009 Cuma

Parti Parti Partizani ''Efes'den ilk Nefes''


Efes Pilsen Partizan karşısında Euroleague'deki ilk galibiyetini biraz zorlansa da almayı başardı.Karşılaşma öncesi Abdi İpekçi'nin önündeki kalabalığı gördüğümde Efes'in zaten normal şartlarda ne olursa olsun kaybetmemesi gereken Partizan karşısında seyirci desteğiyle çok daha kolay bir galibiyet alacağını hissetmiştim.Gerçi benim hissettiğim kadar kolay olmadı fakat son çeyrekdeki savunma ve bu savunmanın tetiklediği hızlı hücumlarla Efes Pilsen galibiyete ulaştı.Resmi açıklamalara göre 8.000 seyirci önünde oynandı maç.Şöyle bir bakıldığında gelen seyirci profilinin son derece sağlıklı basketbol seyircisi olduklarını söyleyebiliriz.Yani basketbolu seven ve Efes Pilsen'i seven gerçek basketbol taraftarları.Herkes ailesini çocuğunu yanına almış ve Abdi İpekçi'ye koşmuştu.Gerçekten görmeyi özlediğimiz tabloydu.Şimdi ister istemez bir kıyaslama yapmak durumundayım burada.Geçen haftaki Fenerbahçe Ülker-Barcelona maçına da gitmiştim ve büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştım işin gerçeği.Maksimum 1.500 kişi ancak gelebilmişti maça.Şöyle bir düşünüyorum da 25 milyon taraftarı olduğunu söyleyen ve Efes Pilsen ile basketbolda itişip yarışmaya çalışan bir kulüp Barcelona gibi bir rakip karşısında ancak 1.500 kişi toplayabiliyordu salona.Peki ben o zaman sorarım bu maçda değilde hangi maçda salonu dolduracak bu seyirci? 15 milyonluk İstanbul'da hadi Fenerbahçe'yi geçtim de Barcelona'yı da mı merak edip görmeye seyirci gelmez?Bu soruların cevabı aslında çok basit.Türkiye malesef bir futbol ülkesi ve taraftarları da futbol taraftarları.Basketbol olmasa da olur aslında bu kulüpler ve taraftarları için.
Efes Pilsen gerçekten organizasyon olarak farkını çok bariz bir şekilde ortaya koyuyor.Devre arasındaki Nba'de görmeye alıştığımız eski oyuncularını şereflendirmek olsun,yine Nba'den alıştığımız ve Türkiye'de bir ilk olan birbirinden güzel ve şirin Efes Pilsen kızlarının şovları olsun ve kesinlikle bireysel küfürler hariç kötü bir sözün dahi duyulmaması olsun gerçekten insana işte basketbol kulübü böyle olur ve böyle olmalı dedirttiler.Devre arasındaki Efes kartlarının tanıtımını da Murat Murathanoğlu'nun yapması ve o meşhur sesiyle anonsları yapması da ayrı bir güzellikti.Fakat gördüğüm kadarıyla Murathanoğlu baya bir kilo almış.Forma girmesi için ona şöyle arka arkaya 4 gün gece Nba maçı anlattırmak gerekiyor..ACB ligini anlatmak yaramamış ona..
Her şey bu kadar güzeldi de peki sahada neler oldu biraz da ondan bahsedelim.Efes Pilsen maça benim her zaman en çok istediğim Kaya-Kasun ilk beşiyle başladı.Bu ikili sahada olduğu zaman savunmada inanılmaz bir sertlik ve direnç kazanıyor takım.Hücumda da Kasun'un birebirleri ve Kaya'nın oynadığı ikili oyunlar sonucu hareketli ayakları ile potaya kadar akması takıma rahatlık kazandırıyor.Rakocevic ve diğer oyuncular ilk çeyrekde boş şutları sayıya çeviremeyince karşılaşma hep başabaş gitti.Şimdi Partizan gibi genç ve mücadeleci takımlara karşı oynarken muhakkak ilk baştan yumruğunuzu masaya vurmanız gerekir.Çünkü ilk baştan bu genç oyuncuların özgüveninin kıramazsanız ilerleyen dakikalarda kazandıkları güvenle başınıza olmadık işler açabilirler ki açıyorlardı az daha.Fizik olarak son derece yapılı ve uzun bir takım görüntüsündeki Partizan o özgüveni kazanarak ilk yarıyı önde kapatmayı başardı.İkinci yarının büyük bir bölümünde yine Ataman 4 kısa ile mücadele etti ve bu sefer istediğini fazlasıyla aldı.Gerek kısaların yaptığı baskı sonucunda Partizan'ın yaptığı top kayıpları gerekse özellikle Shumpert ile hücumda bulunan isabetli dış atışlar 4 kısalı oyunun meyvelerini almasını sağladı Efes Pilsen'in.İşte bu noktada Ergin Ataman'ın biraz daha esnek olması gerekiyor.Yani bi Olympiakos veya Panathinaikos ile oynarken koskoca bir devreyi 4 kısa ile bitiremezsin.Muhakkak oyunun belli bir bölümünde bir silah olarak kullanmak ve gerektiğinde bu 4 kısalı sistemden geri dönülmeli diye düşünüyorum.Mesela Kasun oyuna çok ama çok iyi başlamasına rağmen nerdeyse ilk çeyrekden sonra bir daha oyuna girmedi.Kasun'u küstürmemek lazım.Efes için çok ama çok önemli bir oyuncu.Fakat işte bu 4 kısalı sistemde tek uzun olarak Kaya'yı tercih ediyor ve Shumpert'i de 4 numarada oynatarak karşılaşmayı tamamlamayı düşünüyor.Gerçekten de Shumpert vazgeçilmez bir oyuncu olduğunu bir kez daha kanıtladı.Antremanda boş şut atar gibi rahat ve özgüvenli atıyor şutları.Her şuta kalktığında topun çemberden geçeceği konusunda çok rahat oluyorum ben..Efes Pilsen maçı 4.çeyrekde kopardı.Yapılan baskılı savunma ve genç Partizan oyuncularının yaptıkları arka arkaya top kayıpları ile bulunan hızlı hücumlar maçı getirdi.Rakocevic ve Thornton da bu çeyrekde kendilerini buldular denilebilir.Efes Pilsen hücumda ipleri Rakocevic'e vermeyi ve burdan üretimde bulunmayı daha iyi öğrendiği zaman bir adım daha ileri atacak bir takım olacaktır.
Rotasyon denen güzel illet yüzünden her maçda iki üç oyuncuyu çok fazla kenarda oturtmak zorunda kalıyor Efes Pilsen.Karşılaşmalar 80 dakika üzerinden oynansa da keşke hepsine otuzlu dakikalarda süreler verilebilse..Mesela Nachbar gibi bir oyuncu sadece 5 dk süre alabildi,Ermal hiç oynamadı Sinan ve Ender ise 10 dk ya oynadılar ya oynamadılar.Rotasyon elbette takımı diri tutmak ve tüm oyunculara fırsat vermek açısından çok iyi bir şey.Fakat benim başarı reçetemde bu rotasyonu çok fazla abartmadan bazı oyunculara çok daha fazla süre,sorumluluk ve rol verilmek var.O oyuncular takımlarda bellidir ve sizi ileriye taşıyabilecek bu oyunculara daha çok güvenmek gerekir.Elbette ki o günkü performansları da bu süreleri kimin ne kadar alacağını belirleyecektir.
Efes Pilsen de halen bazı sıkıntılar var ve kesinlikle düzeltilmesi gerekiyor.Mesela üst düzey sert savunmayı maçın sadece belli bir döneminde yapabiliyorlar şu anda.Örneğin son 3 maçda Rytas,Banvit ve Partizan maçlarında bu savunmayı 4.çeyrekde yaptılar.Banvit ve Partizan maçlarında bu savunma kazanmaya yetti fakat Rytas deplasmanında bunun yetmediğini hep beraber gördük.Efes Pilsen gibi hedefini Euroleague şampiyonluğu olarak belirlemiş bir kulübün muhakkak bu savunmayı en az 3 çeyrek yapabilmesi gerekir.Bunun yanında şut atan uzunları savunmada da sıkıntı yaşıyor Efes Pilsen.Bunun yanında Efes uzunlarının hemen hiç birinin orta ve uzun mesafe şut atabilme yetenekleri olmadığı için de hücumda bazen rakip savunmayı açmakda ve aşmakda zorluk çekiliyor.Şimdi şu takımda Ersan İlyasova olsaydı tadından yenmezdi diye geçirmedim değil içimden maç sırasında.Düşününsene şutu olan,hızlı,savunma yapan,ribaund sezgisi ve yeteneği üst düzey,düzen içinde oynadığı zaman arkadaşlarını da oyuna sokabilen bir 4 numara.Yani tam Ergin Ataman'ın hayallerindeki hem de Türk oyuncu Ersan İlyasova.Efes, Ersan ile Ataman'ın o meşhur 4 kısalı oyununun dezavantajlarını oldukca minimize edebilirdi.Ersan'ı alabilmek için uğraşıldığını biliyoruz fakat Ersan çok daha az kazanacak olmasına rağmen Nba'i tercih edince bu transfer olmamıştı.
Efes Pilsen'e biraz daha zaman lazım özellikle hücumdaki organizasyonlar ve Rakocevic merkezli hücum edebilmeyi öğrenmeleri adına..İşin doğrusu şu durumda deplasmanda bir Olympiakos'u yenmesi çok zor hatta Malaga'yı da yenmesi yenilmesinden daha az ihtimal..Fakat bu dönemi en az hasarla atlatabilirse Efes Pilsen gerçek performanslarını ilk turun sonunda ve Top 16'da göstereceklerini düşünüyorum.Partizan maçındaki taraftar desteğine ise her zaman ama her zaman bu takımın çok ihtiyacı var...

29 Ekim 2009 Perşembe

Lewis - Tyson Canlı İzleyememek


Boks tarihinin gelmiş geçmiş en büyük ve üzerinde en çok konuşulan karşılaşması olmuştu Lewis-Tyson 2002'nin 8 Haziran günü karşılaştıklarında.Aslında bu karşılaşma iki boks fenomeninin,iki farklı karakterin,iki farklı yaşam stilinin ve iki farklı boks tekniğinin karşılaşması olmuştu.Nasıl ki Vitali-Lewis maçı için iki efsanenin aynı zamanda çarpışması demiştik işte Tyson-Lewis maçı bunun da ötesinde efsanelikleri daha karşılaşmanın yapılmasından yıllar önce tüm boks dünyası tarafından onaylanmış iki boksör olarak bu karşılaşmaya çıktılar.O zamanlar Lewis'in meleği Tyson'ın ise şeytanı temsil ettiği konuşuluyor ve melekler ile şeytanların savaşı şeklinde yorumlar yapılıyordu.Bu karşılaşma o kadar büyüktü ki sadece boksün değil tüm sporlar tarihinin en büyük karşılaşması olarak bile halen nitelendirilir.Bu maçı bu kadar büyük yapan karşılaşma sırasında inanılmaz bir mücadelenin ve üst düzey bir seyir zevki vermesinden falan değil kesinlikle.Bazı isimler büyüktür ve onların büyüklüklerini kelimelere veya istatistiklere sığdıramazsınız.İşte bu tür iki boksördü Lennox ve özellikle de Tyson.Bu karşılaşmanın sadece gişe geliri yani satılan biletlerden elde edilen gelir tamı tamına 23 milyon dolardı.Düşünebiliyor musunuz reklamlar,promosyonlar,televizyon gelirleri,bahisler vsvs yi daha hiç hesaba bile katmıyorum.23 milyon dolarla tüm sporlar tarihinin en yüksek gişe geliri elde edilen müsabakasıdır Tyson-Lewis...
O dönemde Tyson-Lewis karşılaşması hep konuşulurdu.Neredeyse 3 yıl boyunca 99-02 arasında bu iki boksör yaptıkları tüm maçları formaliteden ibaretti.Elbette iyi boksörlerle karşılaşmışlardı fakat herkes biliyordu ki ikisinin de aklında birbirini yenip en büyük benim demek vardı.Kazandıkları tüm maçlardan sonra hep Lewis Tyson'ı istediğini söylüyor Tyson'da her zamanki sert tarzıyla biraz da ileri giderek Lewis'i tahrik ederek onu parçalayacağından hatta olmayan çocuklarının kalbini yiyeceğinden falan bahseder olmuştu.Resmen büyük bir çığın dağın zirvesinden inişi gibi heyecan ve beklentiler giderek büyümekteydi.Artık herkes yeter diyordu.Tüm boksseverler ne Lewis'i Golota ve Grant gibi çuvallara karşı izlemek istiyordu ne de Tyson'ı Savarase veya Francis gibi sıradan boksörlere karşı izlemek istiyorlardı.Herkes iki testi karşılaşssın ve biri kırılsın diyordu artık.Aslında Tyson maçından önce Lewis boksün soytarısı Hasim Rahman'a kaybetmişti.Fakat rövanşı öyle bir performans ile kazandı ki artık herkes en büyük kim sorusunun cevabını almak için sabırsızlık boyutu zirve yapmaya başlamıştı.Karşılaşma öncesi basın toplantısında edilen kavga Tyson'ın ettiği küfürler falan aslında büyük oranda heyecanı ve reytingi daha da arttırmaya yönelik haraketlerdi.Zaten Tyson bu basın toplantısından sonra kameralara yakalanan konuşmasında şöyle diyordu''Nasıl iyi yaptım di mi,artık bu maça daha çok ilgi olacak''
İki farklı stil dedik...Lewis uzun boyu ve üstün tekniği ve savunması ile ün salmış komple bir boksördü Tyson ise kimsede olmayan acı gücü ve nakavtçılığı ile tüm dünyayı büyülemişti.Kimin kime kendi tarzını kabul ettireceği aslında bu maçın kilidini çözecekti.Son zamanlarda çok moda bir söylem var uzun boyunun avantajını kullandı ve kazandı diye.Evet yanlış değil ama bence tam doğru da değil.Nasıl ki uzun boylu boksörün kendine göre avantajları varsa kısa boylu boksörün de kendine göre avantajlı tarafları vardır.Önemli olan bu avantajını ringe ne oranda yansıtabiliyorsun ve o yeteneklerini rakibe ne kadar kabul ettirebiliyorsun önemli olan budur.Şunu söyleyebiliriz mesela uzun boylu boksör %60 avantajlıysa kısa boylu olan da kendi özelinde %40 avantajlıdır.Fakat bu oranlar sadece ve sadece karşılaşma öncesi kağıt üzerindeki rakamlardır.
Şimdi yazıyı buraya kadar okuyan arkadaşlar karşılaşmayı da anlatmamı bekliyorlardır.İnanırmısınız izlemediği önemli hiç bir maç kalmayan ben bu maçı canlı izleyemedim.Yıllarca bu karşılaşmayı bekledim,gazetelerden haberler kestim,söylenen sözleri ezberledim ama malesef bu karşılaşmayı izleyemedim..Karşılaşmanın o dönemde Star Tv'den yayınlanacağı duyurulmuştu.Aslında ben ve bir çok bokssever Cine 5'in kaliteli ve şifreli de olsa güzel yayınlarına alışmıştık.Fakat Cine'5 o dönemde şifreli yayınlarına son vermiş ve artık karşılaşmalara büyük paralar vermekten vazgeçmişti.Neyse dedim kendi kendime olsun izleyeyim de isterse Ermeni kanalından olsun farketmez diyordum.Sonraları çok büyük saygı duyacağım sonra tekrar Vitali'ye rövanşı vermeyerek o saygısını tekrardan biraz kaybedecek olan Lewis'e karşı Tyson'ı ölesiye destekliyordum.Karşılaşma için bir hafta önceden hazırlık yapmıştım.Gidilecek her yeri iptal etmiş ve sadece bu büyük boks heyecanına konsantre olmuştum.Hatta o kadar ki tam o sıralarda 2002 Dünya Kupası'nda Türkiye yarı final oynamaya doğru gidiyordu ve ben bu maçlardan çok Lewis-Tyson maçını bekliyordum hem de 10 kat daha büyük bir heyecanla...Büyük gün gelmişti.Sabahdan yiyecekler ve içecekleri hazırlamıştık abimle.İkimiz de pek görülmedik bir şekilde bu sefer aynı safdaydık ve Tyson'ı destekliyecektik.Saatler geçmek bilmiyordu Star'dan başka televizyona bile geçmiyorduk nerdeyse olurda yayına erken girerler falan diye.Saatler 8 Haziran'ı 9 Haziran sabahına bağlayan gece 4 olmuştu ve her an yayın başlayabilirdi.Ve işte başlamıştı ama o da ne birden Star klip yayını giriverdi.Daha 10 saniye bile salondan görüntü alamadan müzik yayını başlamıştı.Neyse dedim herhalde birazdan bağlanacaklar.Beklemeye başlamıştık ama aynı klipler tekrar tekrar gösteriliyordu hem de aynı sırada.Benim kafam iyice bozulmya başlamıştı.Saatler 5.30 olmuştu ama halen o saçma sapan halen hatırladığım klipler ardı ardına çalımaya devam ediyordu.Sinirden elim ayağım titriyor fakat yine de içimden bir umut maç başlayınca Star'ın karşılaşmaya bağlanacağı yönündeydi.Zaten o kadar reklam vermişlerdi ve yayınlamamaları tam bir skandal olurdu.Abim dayanamadı ve ben yatıyorum ama olurda maç başlarsa beni uyandır demişti.Ben bekledim bekledim bekledim taa ki sabah saatler 8:00 ' ı gösterene kadar.Artık umudum kalmamıştı çünkü karşılaşma 12 raund bile sürse bu saate kalması imkansızdı.Ne yapacağımı şaşırmıştım.Çaresiz o Eurosport News isimli kanalı açmış ve karşılaşmanın sonucunu öğrenmeye çalışıyordum.Bir de altyazı geçmeye başladı aynen şöyle yazıyordu ''Lennox Lewis knocked out Mike Tyson 8th round and he retains his belts''..Yani Lewis Tyson'ı 8.raundda nakavt ederek kemerlerini korudu diyordu.Karşılaşmayı izleyememenin üstüne bir de Tyson kaybetmişti.O sinirle Star'a başladım küfretmeye hatta aradım televizyonun ana merkezini ve onlara da dümdüz gittim.Sonuç olarak izleyememiştim tarihin en büyük boks karşılaşmasını.Ertesi gün arkadaşlarım maçı izlediklerini söyleyince şaka yapıyorlar sandım.Kafa bulmayın ben de bekledim ama yayınlamadılar klip yayını vardı dedim.Ama maçı raund raund anlattıklarında anladım ki bu işde bir bit yeniği var.Nasıl oluyor da ben izleyemezken tüm Türkiye bu büyük maçı izlemişti.Sonra baktım ki aynı gün öğlen 4'de karşılaşmanın tekrarını veriyor Star.Bari tekrarını izleyeyim diye ekranın karşısına geçtim ama o da ne.?Yine aynı sinir bozucu klipler hem de aynı sırayla...Çıldırdım resmen.Sonra araştırdım ki olayın iç yüzünü öğrendiğimde yıkılmıştım.Karasal anteni olan hani şu bildiğimiz dandik çubuklu anteni olanlar karşılaşmayı bal gibi de izlemişlerdi.Fakat benim gibi o zamanlar yeni yeni yaygınlaşan uydu anten alanlar izleyememişti.Tekrarında bile uydudan yayın yapılmamıştı.Bunu bizlere en azından duyursalardı bir çaresine bakardım elbette ama şimdiki gibi uydu şifrelemesi falan pek bilinen şeyler de değildi.Tüm dünyada şifreli kanllardan yayınlanmıştı Tyosn-Lewis maçı hatta Amerika'da ve bazı ülkelerde izle öde sistemiyle o zaman 150 dolar verenler bu maçı izleyebilmişti.Biz beleşe izleyelim derken el elde baş başda kalakalmıştık...Sonraları 10 tane değişik kanalın anlatımıyla indirdim ve izledim maçı ama neye yarar canlı canlı bu büyük maça şahit olamamıştım.Karşılaşmada ne mi oldu? Lennox Lewis Mike Tyson'ı çocuğunu pataklar gibi patakladı.Fakat herkes biliyordu ki Tyson zirve performansında değildi Lewis ise zirve performansındaydı.Lewis'de maçdan sonra aynen şöyle diyordu''Tyson gençliğinde tüm gezegene hükmetti en büyüktü kimse duramıyordu karşısında bense 30'lu yaşlarımdan sonra zirveye çıktım tıpkı yıllanmış bir şarap gibi''...Tyson'ın o maçı kaybetmesine rağmen 30 milyon dolar civarında bir para kazandığı söylenmişti.Tyson'a boksü bırakacakmısın bu mağlubiyetten sonra diye sorulduğunda Tyson ''Nasıl bırakabilirim ki kaybetmeme rağmen 30 milyon dolar para kazandım.Kaybedip bu kadar para kazanabileceğim başka bir iş yok ki'' diye cevap vermişti.Evet Tyson para için döğüşmeye başladığından itibaren zaten sürekli gerilemişti ve Lewis maçı bu gerçeği tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermişti...

27 Ekim 2009 Salı

Lance'den Bir İnanılmaz...


Dün gibi hatırlıyorum Eurosport canlı yayınında izlediğim o inanılmaz sahneyi.
Bir insan daha nasıl hızlı ve akılcı karar verebilir ve uygulayabilirdi ! İnanılmazdı !

Lance Armstrong bir Cyclo-cross yarışçısı gibiydi.Bir felaketin eşiğinden son anda dönmüştü.
14 Haziran 2003 Tour de France 9.etabı ( Bourg d'Oisans – Gap) Bisiklet Yol Yarışlarında unutulmayacak anlardan birine sahne oldu.

Bitime 4 km kala beşinci kez üst üste şampiyonluk kovalayan Lance Armstrong tüyler ürpertici bir şekilde yoldan çıkmak zorunda kaldı.İniş halindeydi ve ani bir kararla tekrar kestirmeden yola dönmek için bisikletini dik ve engebeli bir tarlada sürmek zorunda kaldı.

Etap sırasında yarış lideri olan ve sarı mayoyu taşıyan Lance Armstrong 2.sırada bulunan kendisinden genel klasmanda 40sn geride olan ve aynı zamanda bir önceki yıl Tdf 2.si Joseba Beloki’nin düşmesi sonucu Beloki’nin ön tekerine 1 metre mesafeyle çarpmak üzereyken son anda değiştirmek zorunda kalmıştı rotasını.

Tarladaki toprağın kuru olması zeminini sert hale getirmiş bu da yardım etmişti inişinde Lance’e.İniş bittiğinde bisikleti bir ara sırtına alıp hızla gelen grubun hızını anlık kontrol edip tekrar bisikletine bindi. Bu kaza Tur sırasında Lance Armstrong’un yaşadığı 3.kazaydı.

Arkasında izleyen grubun önünde giderken yolun aşırı sıcak havada ısınmasıyla lastiği aşınan ve sonrasında kontrolünü kaybederek feci bir kaza yaşayan İspanyol Bisikletçi Joseba Beloki’nin de bir anlamda yarış hayatını sonlandırıyordu bu kaza.

Lance Armstrong kaza sonrası şunları söylemişti; "Çok korktum ve çok şanslıydım."
Yazan:Ahmet Altuntaş

25 Ekim 2009 Pazar

Euroleague Resmi Şarkısı ''Devotion''

Euroleague'in sürekli ekranlardan ve salonlarda dinlediğimiz büyüleyici şarkısı Devotion yani Türkçe karşılığıyla ''düşkünlük,bağlılık''..Karşılaşma öncesi çalındığında gerçekten de tüm seyircileri ve oyuncuları havaya sokan gerçekten harika bir parça.Derseniz ki Türkiye'de karşılaşmalarda havaya girecek derecede çok seyirci salonlara geliyor mu diye o zaman diyecek bir şeyim kalmaz çünkü gelmiyor.Sigaraya günde 15 lira veren insanların 10 lirasına kıyıp hem de bir basketbol karşılaşmasına gelmelerini beklemiyorum zaten.Fakat bu kadar mı rahatımıza düşkün olduk nerede 90'larda Abdi İpekçi'yi dolduran binlerce basketbolsever.?Bu Perşembe günü Efes Pilsen-Partizan karşılaşması var.Umarım gerçek basketbolseverler bu maçda salondaki yerlerini alırlar.

Düşkünlük ve bağlılık yani devotion,gerçekten de basketbolun basketbol gibi oynandığı sertliğe ve savunmaya izin veren basketbolu Euroleague'de izliyoruz.Kesinlikle gevşekliğe ve ciddiyetsizliğe yer olmayan bir arena Euroleague.Her takım üst düzeyde mücadele ediyor ve savaşıyor eğer ki yetenek olarak daha üst düzeyde bile olsa bir takım eğer mücadele etmezse o maçı kazanması neredeyse imkansız hale geliyor.Eğer ki yetenekli oyuncularda mücadeleye ortak olursa işte o zaman yetenek farkı ortaya çıkıyor ve maç dönüyor.Euroleague'de olmazsa olmaz olan şey mücadele ve sertlik.Şöyle bir örnek vereyim 2007 ve 2009 yıllarının şampiyonu Panathinaikos aradaki 2008 yılında resmen duman olmuş ve deplasmanda genç Partizan'a yenilerek Top 16 gruplarından çıkamayarak elenmişti.Ritm ve konsantrasyonunun bir an bozulması ve gevşeklik bir daha toparlayamayacağın hasarlara yol açıyor bir de bakmışsın elenmiş gitmişssin.Euroleague tarihinin en başarılı takımı Panathinaikos bile olsan bu böyle.

Bu hafta izlediğim Efes Pilsen ve Fenerbahçe Ülker öneminden bahsettiğimiz mücadele ve sertliği gösteremedikleri için acı mağlubiyetler aldılar.Aslında ben bu tür mağlubiyetleri titre ve kendine gel etkisi yaratabileceğini düşünerek hayırlı görürüm hep.Fakat Fenerbahçe'de bu titreme bile takımı kendisine getiremeyecek gibi duruyor.Tanjevic tüm Türkiye'de olduğu gibi istenmeyen adam ilan edilmiş durumda bu çok belli oluyor.Maç öncesi ısınırken basketbolcular elerini bile kaldırmıyorlardı.Hem Tanjevic'e saygı ve sevgileri kalmadığından hem de Barca'yı yeneceklerine daha önce bir çok örneğinde olduğu gibi inanmadıklarından olabilir bu isteksizlik.Savunma da hücum da bir istek işidir.Özellikle savunma...Fenerbahçe savunmada hiç bir şey yapmadı ve hücumda da o kendine güvensizlik bomboş şutları dahi sokamamalarına sebep oldu.Sanırım artık Tanjevic kabusunu gönderme planları yapıyorlar gibi hissediyorum.

Efes Pilsen'i zaten daha önce uzun uzun değerlendirmiştim.Rytas maçı için de oynamadan kazanamayacaklarını anladıkları 4.çeyrekde iş işten geçmişti.Ergin Ataman'ın çok eleştirilen 4 kısalı sistemi ters teptiği zaman muhakkak Kaya-Kasun ikilisine dönülmeli.Tamam elbette 4 kısanın hücumda çok büyük avantajları var ama savunmadaki zaafiyet üst düzeye çıktığında muhakkak Kaya-Kasun ikilisine dönülmeli.Aslında yazılacak çok şey var ama Ergin Ataman'ın da İstanbul'a iner inmez takıma ceza idmanı yaptırması bu yenilgiyle birleşince sanırım o titre ve kendine gel etkisini gösterecektir.O zaman bu haftaki Partizan maçını kazanacak gözüyle bakabiliriz bence Efes Pilsen'in..Oyunun bir buçuk belki iki çeyreğinde yapmış olduğu baskılı ve sert savunmayı 3 çeyrek ve üzerine taşıyabilirse Efes Pilsen seviyesini de bir kademe üste taşıyacaktır.

Sadece 1 dakika süren ve yalnızca 2 kelimeden oluşan bir şarkı ancak bu kadar etkileyici olur.I feel devotion...

23 Ekim 2009 Cuma

Hey Pistolero


Fransa Turu’nu 7 kez kazanan Lance Armstrong ve 2 kez kazanan Alberto Contador aynı takımda bulunmalarına rağmen hem tur sırasında hem de tur sonunda gerilim yaşamışlardı.
Contador’un kutlamalarına katılmak yerine Armstrong yeni takımı RadioShack sponsorlarının verdiği yemeğini tercih etmişti.

Diğer yandan Astana takımı zamana karşıyı kazandığında ve sonrasında Armstrong’un tüm takım arkadaşlarıyla etrafı sarıldığında bir isim orada yoktu:Alberto Contador.

Contador kendisinin Armstrong’a hiçbir şekilde hayranlığının olmadığını ifade edmişti.Buna karşılık Armstrong İspanyol bisikletçiye bu zırvalıkları kesmesini söylemişti.

Uluslar arası haber ajansı AFP’ye göre Contador Madrid’de basın toplantısında Armstrong’la ilgili şunları söylemişti."Benim Armstrong’la ilişkim sıfır.Büyük bir yarışçı ve yine iyi bir yarış çıkardı ama kişisel olarak ona hiçbir hayranlığım olmadı ve asla olmayacak."

Contador’u tecrübesiz olmakla suçlayan Armstrong kendi Twitter sayfasında Contador’u şöyle cevaplamıştı;"AC (Albero Contador) ‘den böyle yorumlar görüyorum.Onun yerinde olsam bu zırvalığı keser takım arkadaşlarıma teşekkür ederdim.Onlarsız kazanamazdı."

Armstong yine Twitter’da başka bir yorumda daha bulunmuştu.
Contador’un Paris-Nice yarışındaki başarısızlığını başka bir deyişle görülmemiş bir şekilde o yarışda gösterdiği kötü performansa atfen "Hey Pistolero , takım içinde ben yoktur.Mart’ta söylediklerimi tekrar ediyorum öğrenecek çok şeyin var.Bir şampiyon takım arkadaşlarından ve rakiplerinden gördüğü saygıyla ölçülür.Bir yarış kazanabilirsin ama büyük tur kazanamazsın."

Pistolero ifadesi Contador’un kazandığı etapların ardından elini ateş ediyormış gibi tabanca şeklinde tutarak finişi geçmesinden dolayıdır.

Contador’un taktiklerinin takımın yararına olmadığını söyleyen Armstrong podyum’da Contador’u başarısından dolayı kutlamamıştı.

Contador takım içinde gerilim olduğunu kabul eden açıklamalar yaptı.
"Takımın içindeki iki önemli yarışçı olmamıza rağmen aramızda elle tutulur bir iletişim yoktu bu durum takımın geri kalanına da yansıdı ve teknik staf dahi bunu hissetti."

Takım direktörü Johan Bruyneel’le ilgili olarak Bruyneel Tur’da Armstrong’un kazanmasını mı istiyordu şeklindeki soruya Contador "güzel bir soru" diye cevap vermişti.

Hatırlayalım Contador takım Direktörü Bruyneel’in taktiklerinin tersine Arcalis ve Verbier’de atak yapmış bu da onu şampiyonluğa taşımıştı.

Her iki yarışçı 2010’da farklı takımlarda olacak.
Armstrong Amerikan takımı RadioShack’de yarışacak , şu an Kazakistan’ın Astana takımıyla sözleşmesi olan ama Astana’nın Tour de France geleceğinin belirsiz olmasından dolayı başka takım arayışlarında olan Contador’un gelecekte hangi takımda olacağı ise hala belirsiz.

"Nereye gidersem gideyim yüzde yüz benim yanımda olacak takım arkadaşları arayacağım."

Contador ve Armstrong önümüzdeki yıl muhtemelen rakip olarak tekrar yarışacaklar.

Contador bu rekabetle ilgili olarak şunları söyledi: "Armstrong tehlikeli bir rakip olacak.Bunu bu yıl açıkça ortaya koydu.Gelecek sene de aynı performansı sergileyecektir."

Tırmanış etaplarında özellikle zirve finişlerinde patlayıcı güce sahip olan Contador yaptığı süper solo ataklara sadece Andy Schleck ‘in karşılık verebileceğini düşünüyor.Armstrong’un yaşlanmasından dolayı asıl rakibinin Andy Schleck olduğunu söylüyor.

"Bacaklarım iyi olursa , zamana karşı öncesi dağlarda yeterince zaman kazanabilirim."

"Zamana karşı’ya baktığımda bence geçen yıldan daha iyi. Bu tur ( Tdf 2010 )benim için geçen yılkinden daha iyi, özellikle Tourmalet gibi zor zirve finişleri."

Bu rekabeti olumsuz açıdan ele almamalıyız.Olumlu bakmalıyız bu rekabete.Hiç kuşkusuz bu yönüyle 2010 Fransa Bisiklet Turu inanılmaz olacaktır.Armstrong’un yeni takımı RadioShack’le yarışacak olması Contador’un durumu belirsiz olsada ikilinin takım arkadaşı olmayacak olmaları bu rekabeti daha da artıracak ve böylece daha da zevkli kılacaktır.

Sporu daha güzel ve heyecanlı yapan da rekabet değil midir zaten ?

Tyson VS Maradona


Bu resim 2008 Cannes Film Festivali sırasında çekildi.Sporun en büyük efsanelerinden ikisi..Boksun belki en yetenekli ve en başarılı olmasa da tartışmasız en çok insanları büyüleyen,etkileyen ve reyting çeken ismi olan Mike Tyson bir tarafda.Diğer tarafda ise futbol denilince akla gelen ilk isim,büyük Diego Armando Maradona..İkisi de tıpkı sihirbazların yaptığı gibi insanları büyülüyorlardı.O sporu yapan başka hiç kimsede olmayan bir sihiri vardı bu iki ismin.Bu iki efsaneyi aynı karede görmek gerçekten de çok hoş.Bu iki efsaneyi anlatmak gerçekten çok zor ve kelimeler bile bazen yetersiz kalıyor.Sporun en büyük efsanelerinin en zirve performanslarını sergilediği 80'li yıllar bu iki ismin de en zirvede olduğu yıllardı.Keşke aynı spor disiplinini icra ediyor olsalardı da 80'li yılların ortalarında karşı karşıya gelselerdi.İnsanın bunu düşünmesi bile çok ama çok heyecan verici...

18 Ekim 2009 Pazar

Masa Tenisi ''Sporun Kalitelisi''

Sporun kalitelisi olur mu demeyin elbette olur.Masa tenisi denince aklıma hep kaliteli ve yetenekli sporcuların oynadığı izlemesi belki de en zevkli sporlardan birisi gelir..Ülkemizde masa tenisi dendiğinde sanırım oynamayan veya masa tenisi nedir bilmeyen yoktur.Fakat bu oynamak ve bilmenin hangi seviyede olduğunu söylememe gerek yok sanırım.Futbol haricindeki her sporda olduğu gibi çok az..70 milyonluk ülkede hemen her okulda masa tenisi masaları olmasına rağmen sporcu yetiştirmek ve o kültürle yoğurulmuş kitleler yetiştirmekdeki beceriksizliğimiz sebebiyle malesef dünyada bu sporda da söz sahibi değiliz.Gerçi hangi sporda dünya çapında söz sahibiyiz de masa tenisinde olalım değil mi?Son yıllarda sporumuza bulaşan devşirme oyuncu hastalığı masa tenisine de bulaşmış durumda.Çin'den devşirdiğimiz ve Türk'leştirdiğimiz sporcularla uluslararası turnuvalarda başarı arıyoruz.Belki bundan 10 sene öncesiyle kıyaslarsak göreceli olarak biraz daha başarılı turnuvalar çıkardığımız söylenebilir.Fakat bu başarıya benimdir,Türklerin kendi başarısıdır denebilir mi?Kesinlikle denemez.Masa tenisi ve buna benzer sporlarda devşirerek başarı kazanma yoluna gidilmesi bu ülke sporunu yöneten ve yönlendiren kişilerin yüzkarasıdır.Yıllar boyu dünya çapında önemli bir tane bile üst düzey masa tenisi oyuncusu yetiştirememenin verdiği ezikliği ve suçluluğu bu şekilde Çin'den sporcu devşirerek kapatmaya çalışıyorlar.Bu ülkenin gerçek sporseverleri bunu yutmuyor yutmaz.Aynı durum sadece masa tenisinde değil diğer bir çok spor dalında da aynı.

İlkokuldan beri masa tenisi oynayan birisi olarak masa tenisi turnuvalarını takip etmek ve oyuncular hakkında bilgi edinmek her zaman hoşuma gitmiştir.Gelin görün ki bırakın canlı yayınları veye programları son 15 yıldır televizyonlarda herhangi bir kanalda 1 dakikalık bir kısa haber dahi yayınlanmadı.Eurosport'dan veya yabancı kanallardan denk gelir de izleyebilirsem kendimi çok şanslı saymaktayım.Bir de 4 yılda bir olimpiyatlarda Trt denen kanal olurda denk gelirse kimsenin haberi olmadan bir iki maç veriyor.Dün ve bugun Eurosport'da masa tenisi dünya kupası erkekler yarı finalleri ve finalini izleyince kendimi cennetde bulmuş gibi hissettim.Son derece çekişmeli geçen karşılaşmaların sonucunda benim de favori oyuncularımdan olan Beyaz Rus Vladimir Samsonov Çin'li rakiplerini devirerek şampiyonluğa ulaştı.Özellikle yarı finalde Dünya sıralamasında ikinci sıradaki Ma Long karşısında tecrübesini konuşturarak genç ve ateşli saldırgan rakibini alt etmesi şahaneydi.

Masa tenisi tarihine baktığımız zaman genellikle Çin'in hakimiyeti gözlere çarpıyor.Gelin dünyaca meşhur bazı masa teniscileri tanıyalım:

1-Wang Liqin :2001-2005 ve 2007 dünya şampiyonu,2000 olimpiyatları çiftler altın madalya sahibi,2004 olimpiyat 3.'sü.Özellikle Wang'in 2007 deki Dünya Şampiyonası finalindeki vatandaşı Ma Lin karşısındaki efsane performansı halen dillerde.Setlerde 3-1 gerideyken ve kaybederse eleneceği sette de 1-7 gerideyken karşılaşmayı çevirip 4-3'lük skorla şampiyonluğa ulaşmıştı.2005' deki şampiyonluk apoletini de 2007'de korumuş oldu bu sayede.Belki alt seviyedeki karşılaşmalarda büyük sayı farklarını kapatıp maçı kazanma olayı görülebilir ama üst düzey hem de Dünya Şampiyona'sı Final'inde hem de Çin'li vatandaşını o kadar geriden gelip devirmek çok ama çok zor bir olaydı.(Masa tenisinde setler 11 sayı üzerinden oynanır ve 7 setin 4'ünü alan karşılaşmayı da kazanır.)

2-Jan Ove Waldner :Masa tenisinin efsanelerinden İsveç'li sporcu komple oyun stili ve soğukkanlılığıyla ün salmış bir masa teniscidir.Sayısısız başarısının arasında en çok dikkat çekeni 97'deki dünya şampiyonluğunu kazandığı turnuvada tek bir set bile kaybetmeden şampiyonluğa ulaşması gerçekten inanılmaz.Bunu tarihde başaran ilk ve şu ana kadar tek masa teniscidir kendisi.92 Barcelona olimpiyatlarında teklerde altın madalya sahibi.2000 Sydney olimpiyatlarında gümüş madalya ve 2004 Atina'da Ma Lin ve Almanların ünlü Timo Boll'ünü yenmesine rağmen 4. lüğü var.89 ve 97 yıllarında da dünya şampiyonu...

3-Vladimir Samsanov:Beyaz Rus masa tenisci uzun boyuna rağmen inanılmaz vücut koordinasyonuna sahip hem hücumu hem savunmayı aynı seviyede etkili bir şekilde oynayabilen bir masa teniscidir.Özellikle rakiplerinin zaaflarını önceden çok iyi çalışmasıyla ve sürekli o zaafların üzerine gitmesiyle meşhurdur.Yani rakibe göre taktik belirler.33 yaşındaki Beyaz Rus masa tenisci 99-2001 ve sonuncusu bugun 2009'da olmak üzere 3 defa dünya kupasını kazanmıştır.Aynı zamanda 98-2003-2005 yıllarında Avrupa Şampiyon'lukları da vardır.Başarılarından da anlayabileceğimiz gibi sürekli kendini hazır tutan ve kariyerinde çok fazla iniş yaşamayan son derece istikrarlı bir oyuncudur Samsanov.Çin'lilere özellikle şu son dünya kupasında kan kusturdu resmen.

4-Ma Lin:2008 Olimpiyat'larında altın madalya sahibi Çin'li meşhur masa tenisci...2000-2003-2004-2006 dünya kupası şampiyonu.2004 Atina'da Olimpiyatlarda çiftlerde altın madalya sahibi.Profesyonel masa tenisi turlarında en fazla altın madalyaya sahip masa tenisci konumunda şu anda..

5-Timo Boll: Almanların meşhur masa teniscisi..Çin'lilere karşı çok başarılı olamasa da çok yetenekli bir masa teniscidir.Özellikle Avrupa Şampiyona'larında çok başarılıdır.2002-2007-2008 Avrupa Şampiyonlukları vardır.

6-Werner Schlager:Herkesin takdirini kazanmış Avusturya'lı masa teniscidir.Her zaman en üst seviyelerde mücadeleler yapmıştır.Özellikle 2003'deki çok başarılı performansı ve kazandığı dünya şampiyonluğu halen akıllardadır.

Burada ismini ve başarılarını sayamadığımız onlarca meşhur masa tenisciler mevcut.En bilinenlerden altı tanesi ile ilgili kısa bilgiler ve yorumlarda bulundum.Eğer fırsatını bulursanız kaçırmayın her hangi bir masa tenisi mücadelesini.İzlerken çok büyük zevk alacağınızı ve inanılmaz eğleneceğinizi garanti ediyorum.Yukardaki kısa video görüntülerine bakarsanız sanırım içinizde masa tenisi oynama ve izleme aşkı belirecektir...Son iki not:Birincisi masa tenisi oynarken hiç bir sporda olmadığı kadar ter attığımı söyleyeyim ikincisi de erkeklerde Çin'li oyuncular 1959'dan beri dünya şampiyonalarının % 60 'ını kazanmıştır.Kadınlarda ise 71'den beri 2 dünya şampiyonası hariç tüm şampiyonaları kazanmıştır Çinli masa tenisciler.

17 Ekim 2009 Cumartesi

Sen Sen Efes Pilsen


Efes Pilsen marşını güzel görüntüler eşliğinde izlemek istemez misiniz ? Görüntülerde izleyeceğiniz babasının omuzlarında Efes Pilsen bayrağı sallayan küçük çocuk fotoğrafı o zamanlar yılın fotoğrafı seçilmişti...Ellerinde Koraç Kupası ile poz veren Naumoski ve Tamer Oyguç bizlere nostaljiyi yaşatıyorlar.90'lı yıllarda özellikle Efes Pilsen'in Avrupa maçlarında hınca hınç dolan Abdi İpekçi görüntüsünün bu sene ve bundan sonraki yıllarda da basketbolseverler tarafından tekrarlanması en büyük dileğim.Zira hedefi Euroleague şampiyonluğu olan bir takımın arkasında muhakkak itici bir güç olacak taraftar desteği gerekiyor...

16 Ekim 2009 Cuma

Lance Armstrong 2010


2010 Tour de France için hazırlık yapan Lance Armstrong California Turu’nda yada Giro di Italia’da yarışıp yarışmayacağına henüz karar vermediğini söyledi.

Velo dergisinin yeni sayısına verdiği bir röportajdan Lance Armstrong’un yeni takımı RadioShack’la yarış programının nasıl olacağı konusunda ilk defa bazı çıkarımlar yapmak mümkün görünüyor.

Geçen yıl geri dönüşünde yaptığı gibi ilk yarışı Avustralya’da Ocak ayında Tour Down Under olacak.

Avrupa kıtasında ilk yarışı ise ya İspanya’da Vuelta a Murcia yada Fransa’da Paris-Nice olacak.Her iki yarış da Mart ayında yapılıyor.

1996 yılında Kansere yakalanmadan önce katıldığı Fleche Wallonne, Liege-Bastogne-Liege gibi Ardennes Klasiklerinde yarışacağının ipuçlarını veriyor Lance’in açıklamaları.

″Giro yada California Turu , her ikiside Mayıs’da yapıldığı için hangisine katılacağıma karar vermek çok güç.RadioShack Amerikalı bir sponsor diğer yandan Giro Tur için iyi bir hazırlık.
Etapları önceden görmek ve hazırlanmak için Haziran ayı yine Avrupa’da geçecek.″

Armstrong 2010 Fransa Turu’nun belirleyici dağlık etaplarını tanımak ve hazırlanmak amacıyla Haziran ayında Avrupa’da kalmayı planladığını söylüyor.

Ayrıca Haziran ayında yapılan bir haftalık tur Dauphine Libere’de yarışabileceğinin de sinyallerini veriyor.Dauphine Libere otoriteler tarafından Fransa Turu için en önemli hazırlık olarak kabul ediliyor.

″Giro’da yarışıp yarışmayacağımıza bir an önce karar vermek zorundayız.Şu an ki tek belirsizliğimiz bu.″

″Dauphine tur için iyi olacak.İyi tırmanışları ve zorlayıcı zamana karşıları olan önemli bir yarış.″

2011’de yarışıp yarışmayacağı sorusuna Armstrong RadioShack formasını bisiket’le ilgili diğer sporlarda da kullanabiliriz şeklinde yanıtlıyor.

″Daha önce off-road yarışmalarına katılabileceğimi söylemiştim. Güzergahın nasıl olduğunu bilmesem de Nice yada Hawaii’de IronMan’de yer almak isterim.″

Tour de France’da 2 etap kazandıktan sonra 1996 Ekiminde kanser teşhisi konan ardından biri beyninden olmak üzere 2 ameliyat geçiren ve dahası ciğerlerinde tümör bulunan Lance Armstrong artık ″Dead Man Walking″ olmuştu.Tedavileri yapıldığında 25 yaşındaydı ve uzmanlar hayatta kalma şansını yüzde 40 olarak ifade ediyorlardı.

Herşeye rağmen Armstrong yılmadı , savaştı ve kazandı ve tarihte görülmemiş bir şekilde dünyada fiziksel olarak en zor spor dalı olarak görülen Bisiklet Yol Yarışlarında 7 kez üst üste şampiyonluk elde eden bir ″Bisiklet İkonu″ oldu.

Vanity Fair dergisi yazarı Douglas Brinkley ile 9 Eylül 2008 tarihinde aralarında şöyle bir diyalog geçer;
Armstrong: ″Profosyonel bisiklet yarışlarına geri dönüyorum.Tour de France’ı sekizinci defa kazanmayı deneyeceğim.″

Brinkley : ″37 yaşında ? 2000 mil , 23 gün ,büyük bölümü tırmanış ? Bu Temmuz ?″

Armstrong : (Gülerek ) ″Olimpiyatlara bak.Dara Torres adında bir yüzücü var.41 yaşında bir anne 50 metre serbestte yüzdü.Yine 38 yaşında bir kadın (Romen Constantina Tomescu-Dita) maraton kazandı.Yaşlı atletler iyi işler çıkarıyor.″

Brinkley : ″Ama 38 yaşında 32 yaşında olduğundan daha yavaş olacaksın.″

Armstrong : ″Kesinlikle. Ben ayağa kalkan biriyim.Yataktan biraz yavaş kalkıyorum.Ama söylemeye çalıştığım şey uzanıp yatakta kalmayacağım.Artık öncesine göre daha sık sırtım ağrıyor ve yataktan daha yavaş kalkıyorum.Ama bisikletin üzerinde giderken kendimi önceden olduğu kadar iyi hissediyorum.″

Brinkley : ″Yani Tour de France’da gerçekten yüzde yüz yarışabilecek misin ?″

Armstrong : ″Yüzde yüz.″ Sonra tekrar eder, ″Yüzde yüz.″


″Kaybetmek″ sözcüğünü ″ölüm″ sözcüğüyle ilişiklendiren Lance Armstrong yaşama tutunma sırrını da açıklıyor aslında.Kendisi hakkında "insan olamaz" şeklinde yapılan yorumları iltifat olarak kabul eden bu olağanüstü sporcunun bir sözüyle bitirelim yazımızı.

″Hiçbir şeyde ama hiçbir şeyde kaybetmek istemiyorum.″
Yazan:Ahmet Altuntaş

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails