Birinciysen birincisindir , ikinciysen hiçbir şey...

28 Şubat 2010 Pazar

ADANA’DA BASKETBOL ŞÖLENİ



Uzun bir ara olmuştu yazı yazmayalı. Bilgisayarım beni sevdiğim blog yazarlığından alıkoydu. Neyse ki tekrar yazılarımla geri dönüş yapıyorum. Yazıma başlarken son yazdığım yazılarda Fenerbahçe-Bursaspor çeyrek final ilk karşılaşmasını değerlendirmiş ve Fenerbahçe’ye methiyeler düzmüştüm. Bu son yazılarım bloğu açtığımda yüzüme tokat gibi çarptı. Özellikle Fenerbahçe için şubat ayı kabus ayı oldu. Neyse futbola ara verip, esas yazmak istediklerime geleyim.

Türkiye kupası anlamında Fenerbahçe’nin ne kadar şanssız olduğunu biliyordum. Gerek futbol gerekse basketbolda kupaya anlam katan Fenerbahçe’nin bu kupa başarısızlığının 43 yıl olduğunu duyunca ağzım açık kalmıştı basketbolda. Bu da benim izleyeceğim kupayı daha da ilginç hale getirmişti.

Adana da ki ortam basketbol anlamında çok güzeldi. Özellikle ufak, ama etkileyici salonda birbirinden güzel karşılaşmalarla Fenerbahçe 43 yıllık özlemine son verip Türkiye kupasını kazandı.Benim gibi basketbolu sevip de salonlarda maç izleme şansına sahip olmayan biri için bulunmaz bir nimetti bu maçlar.Özellikle basketbolculardan,antrenörlerden imza almak benim için bulunmaz fırsattı.Ben de bunu iyi değerlendirdiğime inanıyorumJ

İlk gün iyi yerden bilet bulamamanın sıkıntısı beni resmen çıldırttı.Salonun en kötü yerinden maçı izlemenin nasıl bir işkence olduğunu ben ve Atacan(maçlara benle gelen arkadaşım) çok iyi anlamıştık.Bu yüzden önlemimizi alıp 2. gün maçlarını daha iyi bir yerden izlemeyi başardık.

Efes Pilsen-Fenerbahçe maçı öncesi Mersin-Bornova maçını izlemek için salona çıktıklarında oyunculara resmen haykırdım ama bakan olmadı.Ama pes etmedim,gözüme buraya kadar geldik bari boş dönmeyeyim diyerek Doğan Hakyemez’i kestirdim.

Redvidigal:’Doğan ağabey bir imzanızı alayım.’

Doğan Hakyemez:’Ben Fenerbahçeli değilim ki.’ deyip gidiyordu.

R:’Neredeyse Fenerbahçe’ye geliyordunuz.’ dedim.Aniden geri döndü.

D.H: ‘Tanjevic hakkında ne düşünüyorsun?’

R:’Siz ne düşündüğümüzü bizden iyi biliyorsunuz’.

R:’Yeni göreviniz de başarılar, Trabzon’u 1.lige yükselteceksiniz’

D.H:İnşallah ama kolay olmayacak.

Bu şekilde ilk imzamı almış oldum.Sonraki isim Ergin Atamandı.Kendisi çok soğukkanlı bir adam,ciddi ciddi maça bakarken kendisine imzasını istediğimi söyledim.Beni Fenerbahçe formalı görünce biraz çekindi ve imza atmaya gelmedi.Ben ısrarla kendisine çağırmaya devam ederek,oturduğu yerden yanıma gelip imza atmasın sağladım..Ama hala benden kötü bir söz duymaktan korkuyordu Fenerbahçeli formamdan dolayı.Kendisine sizi milli takımın başında görmek istiyorum dedim.Kendisi kısmet diyip imzasını attı.Benden sonra Ergin Hoca Fenerbahçeli taraftarların imza istekleriyle resmen maç başlamadan yorulduJ

Sonraki hedef Alper Yılmaz’dı kendisine Alper ağabey diye seslenip imza istedim.Alper Yılmaz,Ergin Hocadan daha da çekingen bir halde geldi.Bana da aynen şunları söyledi:

Alper Yılmaz:’Bana da Fenerbahçe forması imzalattın ya helal olsun sana.’

Redvidigal:’Alper Ağabey biz basketbolseveriz.’

A.Y:’Eyvallah o zaman.’

Alper Yılmaz da Ergin Hocanın akıbetine uğrayıp Fenerbahçeli taraftarlara imza atmaktan yoruldu.

Benim Fenerbahçe’de en sevdiğim oyuncu Emir Preldzictir.En çok ondan imza almaya çalıştım.Biran salonda oluşan sessizlikten faydalanıp formayı bizim için imzalamasını haykırdım.Kendisi kalkıp yanımıza geldi.Ben kendimi kaybedip başladım Emir’e onu ne kadar sevdiğimizi,kendisine güvendiğimizi ve Fenerbahçe’de daha uzun yıllar kalmasını gerektiğini söyledim.Emir’i o kadar motive etmişim ki Efes maçını 0 sayıyla tamamladı

Yazan: REDVIDIGAL

26 Şubat 2010 Cuma

Taxi Driver




Bütün Hayvanlar gece sokağa çıkar.
Travis Bickler


Biraz geç kalmış bir izleme oldu benim için Taxi Driver adlı film. Martin Scorsese ustanın başyapıtlarından birini ve Robert De Niro’nun belki de oyunculuğunun en iyi performansını bu kadar geç izlediğim için kendime kızmadan edemedim.

Şehir yaşamı malumunuz; herkesin belli kalıplar içinde, ideallerine en yakın işte çalışıp en azından karnını doyurabilmek için mücadele ettiği bir yaşam biçimi. Eh çoğumuzun da istediği mesleği belli bir amaç doğrultusunda yapamadığı da aşikar. İnsan hayat içinde kime en çok benziyorsa, kimin tarafından kabul görmek istiyorsa o şekilde yaşamaya çalışıyor. Yalnızlığı söküp atmak nihai amaç haline geliyor.
Travis ( Robert De Niro) gece uykusuzlukları çeken bir insan ve bu uykusuzlardan yararlanmak için de geceleri taksi şoförlüğü yapmak için başvuruyor. Burada dikkat edilmesi gereken, filmin başındaki mülayim, insancıl mizacını Travis’in nasıl da filmin gelişim sürecinde insanlardan ölesiye nefret eden, şehir yaşamından ve yalnızlıktan tiksinmiş bir şekilde kaybettiği. Filmin başında sabıkası sorulan Travis; “ Vicdanım kadar temiz” diye cevap vermekten hiç de gocunmuyor. Tabi bu etkinin sağlanmasında Robert De Niro üzerine düşeni öyle iyi yapıyor ki perdede bir an dahi sırıtmıyor.

Her plan, görüntü yönetmenin yakaladığı her karakter ve karakterlerin üzerindeki her değişim ustalıkla yansıyor size. Tek sıkıntım müzik kullanımının bu kadar gereksiz olması. Olayların çözüme ulaştığında dahi bir gerilim havası yaratmaya çalışan keman, çello ve her daim kulaklarımı tırmalayan saksafon seslerinden pek hoşlandığımı söyleyemeyeceğim.

Geceler boyu “Bana dokunmayan Yılan bin yaşasın” felsefesiyle her müşteriyi alıp, onların hayatlarına hiçbir şekilde müdahale etmeden uzaktan o yalnız yaşamlarını izliyor Travis. Çoğu insanı çirkin ve sahte buluyor. Hayatına sokmayı denediği nadir insanları dahi belki de kendi yalnızlığından dolayı kaybediyor. Geceler ilerledikçe Travis’in en çok şikayet ettiği şey insanların hapsolduğu “Seçeneksizlik” duygusu. İstemediğiniz bir ortamda olmanızın tek sebebi nedir? Başka bir seçeneğinizin olmaması. Israrla önünüzde duran o TEK seçeneğin size kendini zorla sevdirmesi ve sizin de o seçeneği gerçekten istiyormuş gibi hissetmeniz, şartlanmanız ve kendinizi kandırmanız. Öyle ki takılan o at gözlüklerini çıkarmak isteyenleri bile hayatınızdan çıkarmaya teşebbüs edecek kadar ileri gidebiliyorsunuz.

Travis de aynı şekilde bir tür Seçeneksizlik içinde. Ama onun derdi ne için çabalaması gerektiğini bilmemesi. Kazandığı paraları zaten harcayacak bir yeri olmadığını bilerek bir hayat kadınına yine kendi haklı amaçları doğrultusunda verecek kadar ileri gidip, artık temiz olmayan vicdanını bir an olsun rahatlamaya çalışıyor. Ve her yalnızın eninde sonunda içine düşeceği depresyon hissine bilerek, isteyerek kaptırıyor kendini. Kendine bir takım saçma nedenler koyarak (başkan adayına suikast, toplumun gözünü açma gibi) hiç değilse elle tutulan bir amaç belirlemeye çalışıyor. Kendi ağzından şu sözleri duyuyoruz; sokaklarda o kadar çok pislik, hırsız, hapçı, pezevenk, fahişe, vs.vs. var ki bir gün bir yağmur yağacak ve o yağmur hepsini temizleyecek. Belki de Travis kendini bu yağmur olarak görüyor. Ve filmin sonuna kadar yağmurun fırtınaya dönüşünü, fırtına öncesi sessizliği ve yağmur sonrası dinginliği tek tek görüyoruz.

Film bu çıkışsızlık hissini finaline de o kadar güzel taşıyor ki, tüm o fırtınalardan, gürleyişlerden sonra her şeyin hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam etmesi, bir an dönüp kendi hayatınıza bakmaya zorluyor sizi. Bu muhteşem Filmi izleyip bitirdikten sonra belki hayıflanacak, Travis’i haklı görecek, kendinize kızacaksınız. Ama birkaç saat içinde yapacağınız tek şey eski rutin hayatınıza geri dönüp, her zaman nasılsa o halde yaşamaya devam edeceksiniz.

Tatlı Rüyalar!

Alper KURT

20 Şubat 2010 Cumartesi

Pandora'nın Kutusu


Aslında kötülüklerin en kötüsüdür umut, çünkü insanın çektiği eziyeti uzatır.

Friedrich Nietzsche

Yeşim Ustaoğlu’nun son filmi Pandora’nın Kutusu yine sosyal içerikli bir yaklaşımla karşılıyor bizi perdede. Bir çok insanın “Kayıp Nine” çağrışımıyla bildiği film, sahiden de ömrünün son demlerini yaşayan Nusret hanımın kaybolması ve bu kayıptan kaynaklanan çocuklarının bir ara gelmesi, iç hesaplaşmaları ve hayat çarkları içindeki ezilmişlikleri üzerinden işliyor anlatmak istediklerini.

Her yol hikayesinde olduğu gibi, burada da kaybolan annelerini bulmak için İstanbul’dan batı Karadeniz doğru yola çıkan üç kardeş, bir nevi zaman makinesi dahilinde geçmişlerine ufak bir yolculuk yapıyorlar. Yol boyunca uzun yıllardır konuşamadıkları, birbirlerine itiraf edemedikleri gerçekleri o ufacık arabanın içinde Pandora’nın Kutusu’nu açarmışçasına bir bir döküyorlar. Böylelikle biz de karakterlerin geçmişlerinden haberdar oluyoruz.

Bilirsiniz Pandora’nın Kutusu efsanesi, içi kötülüklerle dolu bir kutunun Pandora’dan onu asla açmamasının istenmesi fakat meraklı kadın Pandora’nın dayanamayıp açmasıyla, tüm kötülüklerin dünyaya yayılmasıyla ilgilidir. Kutuda kalan tek şey umuttur.

Nusret hanımın üç çocuğunun sosyal durumları her ne kadar birbirlerinden farklı olsalar da, içlerinde bulunduğu umutsuzluk hep aynı. Hiçbir şekilde geçmişlerinde yaşadıkları, kimi zaman kabul etmek istemedikleri gerçeklerden dahi kaçmak isteseler de kaçamıyorlar. Özellikle ortanca kız Güzin bu arada kalmışlığın hem sembolik hem de gerçekçi bir tasviri. Öyle ki annelerini bulmak için geldikleri köy evine bile, “Bir kurtulamadık şu evden” diyerek kaçamayışını açıkça itiraf ediyor.

Filmin atmosferine ve taşıdığı tüm o umutsuzluğa yakışırı derecede ağır bir tempoda işleyen film, oyuncuların müthiş performanslarıyla o kadar gerçekçi, o kadar bizden ve içten bir yapıya bürünüyor ki, başrol oyuncusu yaşlı nine Nusret Hanım’ın esasen bir Fransız olması dahi önemli olanın dil değil, tüm insanlarca hissedilen duygu bütünlüğünün olduğunu anlatıyor bize ağırdan ağırdan.

Anne ve çocuklar ilişkisinin yanında, bir de Anneanne-torun ilişkisi var. Kısacık konuşmalardan öğrendiğimiz üzere, yıllar önce Nusret Hanım’ın kocası Murat; onu ve çocuklarını terk etmiş. Kim bilir belki de yıllar boyunca unutmaya çalışmış durmuş. Derken çocukları onu İstanbul’a getiriyor ve torunu olan Murat’la tanışıyor. Eh artık yaş geçkinliğinden dolayı, yavaşça Alzheimer olan Nusret hanım, geçmişindeki Murat ve şimdi torunu olan Murat’ı hem dönem dönem tanımıyor, hem de onu gördüğünde çok farklı bir mutluluk duyuyor.

Yönetmen’in karakterleri işleyişi, onlara bizden bir karakter kazandırması, sırf karakter olsun diye değil, yaşayan gerçek insanların, bizlerin perdeye aktarılması, beni kurgulanmış bir film izliyor gibi değil, dışarıdan tüm bu olanı izliyor ve zaten tüm bu şeylerin farkındaymışım gibi hissetmeme sebep oldu. İzleyip de pişman olmayacağınız, içinizden illa ki bir parça bulabileceğiniz bir filmle karşı karşıyayız. Harika bir iş çıkarmış yönetmen ve son yılların kayda değer Türk filmlerinden birisini daha sinemamıza kazandırmış olmuş.

Camdan dışarı baktığınızda ne görüyorsunuz ? Sokakta, bir yerden başka bir yere sürüklenen insanlar mı, yoksa karşı apartmanın camından bakarken sizinle göz göze gelen bir başka ev mahkumu mu? Ya içinde yaşadığınız dört duvar, yaşam koşulları, hepsi birer cezaevi kapısı olan apartman dairelerinin kapıları? Kendiniz olabiliyor musunuz? Yoksa etrafınızda görüp, kaynaşmak, kaçmak zorunda olduğunuz her şeyin bir karmaşası mısınız? Var mısınız Pandora’nın Kutusu’nu açmaya? Belki içinde kalan son umudu dışarı çıkabiliriz, sanki bize mutluluk verecekmiş gibi.


Yazan: Alper KURT

13 Şubat 2010 Cumartesi

Tanrı’nın Kitabı




Yağmuru nasıl durdurabilirsiniz?

1998 yılında bilgisayar oyun piyasasına Fallout adlı, nükleer savaş sonrasını anlatan (Post apokaliptik) bir oyun düştü ve oyun anlayışımı kökten değiştirdi. O zamandan beri her zaman bu tarz bir filmin çekilmesini istedim, durdum. Sanırım birileri yakarışlarımı duymuş olmalı.
Tanrı’nın kitabı tam da Fallout dünyasında geçen bir film. Filmde açıkça savaşın neye sebebiyet verdiği belirtilmese de sürekli olarak savaş öncesi ve savaş sonrası , muhtmelen bu savaşa nükleer yapılanmanın sebebiyet verdiği bir süreçten bahsediliyor. Fallout evreninden baz alırsak, atlas okyanusunda dünyanın son petrol rezervleri insan oğlunun insafına kalmış ve bu insaf ise büyük devletler arasında ne yazık ki paylaşılamamaktadır. Olan olur, savaş çıkar ve büyük güçler özellikle Çin ve Amerika nükleer füzelerini kullanmaktan çekinmez.

Film süresince gri, kum rengi bir dünyadan başka bir renk göreceğinizi sanmayın. Atmosfer o denli muhteşem yaratılmış ki, bir post apokaliptik dünyaya yaraşır bir sanat yönetimiyle karşı karşıya kalıyoruz. Bırakın petrolü dünyadaki su rezervleri bile tükenmemiş olsa dahi yerleri hala sağ kalan birkaç insan haricinde bilinmiyor. Ve kahramanımız Denzel Washington’ı (Eli) akıllara yer edecek bir açılış sekansıyla buluyoruz. Kendisi savaş öncesini görebilmiş ve sağ kalmış ender insanlardan biri. Çok insancıl ve bir o kadar da ölümcül. Yolunda alı koymak isteyenlerin sonu ise ölüm. Nihayi amacı ise batıya ulaşmak ve hayatı pahasına koruduğu incil için planladığı şeyi gerçekleştirmek.

Tanrı’nın Kitabı’ndan bu derece etkilenmemin sebebi ne senaryosu ne de oyunculuklar. Yaratılan bu muhteşem dünyanın bu derece ince ayrıntılarla işlenmesi. Öyle ki para yerine kullanılan takas sistemi, şu an bizim için çok sıradan teknolojik aletlerin, bir çakmağın, hatta bir çift eldivenin dahi SU(!) alabilmeniz için bir servet bedeli sayılması, evrenin taşıdığı tüm o gri tonlar, bomboş evrende etinizi yiyebilmek için sizi kandırıp, tuzağa düşürebiliecek başıboş gezginler, ve Televizyonun dahi ne olduğunu bilmeyen, bu dünyada ne aradıklarını, okuma yazma yeteneği bile olmayan, muhtemelen geleceğin (bir 100 yıl sonra neden olmasın) sefil insanlarını temsil eden bir evren, keşfetmeniz için sizi perdeye davet ediyor.

Filme objektif yaklaşmak gerekirse, bir Cumartesi eğlencesi olamayacak kadar kaliteli, sıradan bir izleyiciye hitap etmeyecek kadar da durağan bir yapım. Özellikle kıyamet sonrası evren hakkında pek de bilgisi olmayanları elinin tersiyle bir kenara itiyor. Bol aksiyon sahneleri görmeyi bekleyenler ise birazcık geri adım atmalılar, çünkü Eli kitabı tehlikede gördüğü durumlarda dahi şiddet kullanmayı sevmeyen ama kullandığında da elini pek esirgemeyen bir karakter. O yüzden az ama öz aksiyona hazırlanmanız çok daha makul bir beklenti.

Filmi izleme sürecinde aklınıza bir çok şey gelebilir. Bu film birçok açıdan, farklı alt okumalarla incelenebilir elbette. Ama baskın olanı, daha doğrusu gözümüze biraz fazlaca sokulanı dünyada tek bir İncil’in kaldığı ve bu incilin Eli adlı siyahi bir Amerikalı tarafından korunduğu, korunmak istendiği. İnsana ister istemez Mesih’i hatırlatıyor. Öte yandan İncil’i kendi kişisel ve acınası insani istekleri doğrultusunda kullanmak isteyen bir de kötü karakterimiz var ki kendisini Deccal’in ta kendisi olarak kabul edebiliriz.

Müslüman tarafımızı çalıştırıp neden Hristiyanlık, neden incil sorularını sormadan önce, filmin dini temasından uzaklaşıp, insani yanını görmek filme yaklaşım açısından çok daha mantıklı olacaktır. Kaldı ki Eli bile çok önemli bir sahnede kitaptan vazgeçebilecek kadar ileri gidiyor ( daha fazla söylemem, sürpriz J ). Eğer kendinizi yeterince perdeye verebilirseniz, orada yaşadığını zanneden insanların yerine bir saniyeliğine kendinizi koyabilirseniz, amaçsızlıkları karşısında nefesinizin dahi daraldığını hissedeceksiniz.

Peki bu amaçsızlık içinde Deccal adını verdiğimiz karakterimiz, İncili neden bu kadar çok ele geçirmek istiyor? Kafaları boş bunca insanın, yönlendirilmek için koyun gibi bekleyen bu kadar boş beyinin İncil gibi bir kitapla, kısacası Tanrı vaadiyle, o dünyada neden var olduklarını açıklayan bir metinle yönlendirilmeleri ve insanoğlunun güce olan düşkünlüğüne hizmet edecek olmalarını tahmin etmek çok da zor olmamalı.

BU PARAGRAFI FİLMİ İZLEMEDEN OKUMAYIN!

Eli karakterinin gözlerini görmediğini öğrendiğimizde yaşadığımız sarsıntıyla o anda karakteri baştan tekrar inceleme fırsatını bulamıyoruz belki. Ama filmin başından itibaren müthiş yöne bulma becerisi, inanılmaz dövüş teknikleriyle insanları görmeden alt etmesi, ve kendine ateş edildiğinde dahi kurşunların bir şekilde ıskalaması başlı başlına bu karakterin İncili bulması ve onu yeniden basım için koruma görevini üstlenmesinin gözümüze gözümüze sokulduğunu farkediyoruz. Film bu açıdan biraz fazla dini bir metin olarak görülebilir, ama işin insani tarafına baktığımızda (her ne kadar bu bile dini kaçsa da) tüm bu ümitsizliğine, körlüğüne, kalp kırıklığına rağmen, Eli Tanrı’dan asla ümidini kesmiyor, ve filmin başında İpod’undan dinlediğimiz şarkıyla bunu bize kanıtlıyor:

and how can you mend a broken heart? (Kırık bir kalbi nasıl düzeltebilirsin)
how can you stop the rain from falling down? ( yağmuru nasıl durdurusun)

how can you stop the sun from shining? (peki ya güneşin parlamasını)

what makes the world go round?(Dünya nasıl dönüyor)

how can you mend a this broken man?( Bu umutsuz adamı nasıl iyileştirebilirsiN)

how can a loser ever win? ( Bir kaybeden nasıl kazanabilir)

please help me mend my broken heart and let me live again
(Lütfen kırık kalbimi tamir etmem için bana yardım et ve bana yeniden hayat ver)

Tüm bu mesih, deccal kapışması, İncilin korunma çabası, az ama öz aksiyon sahneleri, umutsuzluğun içinde dahi ufacık bir ümit arayışıyla geçip giden filmin sonunda Kuran-ı Kerim’i de bir şekilde görebileceğiniz haber vererek yazımı sonlandırmak istiyorum. Sevgililer günü arefesinde vizyonu bu kadar anlamsız filmler basmışken, derin ve içten içe rahatsız edici bir film izlemek istiyorsanız The Book Of Eli keşfetmeniz için sizi bekliyor. Gülmek, eğlenmek ve sevgilisiyle romantik şeyler izlemek isteyenler, sizi diğer salonlara alalım.
YAZAN: ALPER KURT

5 Şubat 2010 Cuma

EN İYİ TRANSFER “CİDDİYET”


Çarşamba akşamı Not Defteri’nin konukları Oğuz Çetin ve Aykut Kocaman’dı.Efsane üçlü Oğuz,Aykut ve Rıdvan’ın bir araya geldiği akşamda haftanın sözleri Fuat Akdağ tarafından okunurken,Serdar Ali Çelikel’in 91. Dakika adlı programda söylemiş olduğu bir söz çok hoşuma gitti.Bu söz “Fenerbahçe’nin ikinci yarıdaki en iyi transferi ciddiyet olmuş.”şeklindeydi.İşte Fenerbahçe’nin ikinci yarıdaki çıkışının yegane sebebi budur.Oyuncular yönetim ve teknik kadronun uyarı ve cezalarından sonra işlerini daha ciddiye aldılar”almak zorunda kaldılar”.Bu ciddiyet Fenerbahçe’yi rakiplerinden bir adım öne geçirdi,eğer maç seçme alışkanlığından tamamen kurtulmuşsa Fenerbahçe, bu sezonun en büyük favorisidir. YAZAN: REDVIDIGAL

Fenerbahçe 3-0 Bursaspor



Hiç kuşkusuz kupanın merakla beklenen mücadelesi Fenerbahçe-Bursaspor eşleşmesiydi.Bir tarafta devre arasını çok iyi geçirmiş ve 2. yarıya süper bir başlangıç yapmış Fenerbahçe,diğer tarafta ise bu sene Anadolu takımları içerisinde en ön plana çıkan takım olan Bursaspor.Karşılaşmaya Fenerbahçe sağ kanatın bal yapmayan arısı Mehmet Topuz’un yerine taraftarın yeni Tuncay’ı olan orta sahanın jokeri Özer ile başladı.Sol kanatta ise Sivas karşılaşmasının kahramanı Uğur yer aldı.Bursaspor ise forvette Sercan-Turgay ikilisiyle başlamış gözükse de Turgay Fenerbahçe’nin güçlü olan sol kanadına önlem amaçlı sağ açık gibi oynadı.

Karşılaşmanın ilk 20 dakikası beklentileri fazlasıyla karşılayan bir mücadeleye sahne oldu,Bursaspor Fenerbahçe’ye ileri hücum presi yaparak karşıladı.Bu etkili başlangıcı sol kanattan Sercan’ın yaptığı ortayla sonuçlandırma şansını Ozan İpek’in geç kalmasıyla değerlendiremedi.15. dakikadan sonra Fenerbahçe mücadeleye ağırlığını koyan taraf oldu.Bu etkili oyun arka arkaya gol pozisyonlarını getirmeye başladı.Tabiri caizse Bursaspor’u sürklase etti.Önce Semih’in pasında topla buluşan Alex kendisinden beklenilmeyecek derecede kötü bir vuruş yaptı.Daha sonra Santos ligin ilk yarısında Sivas maçında attığı golde yaptığı hareketlerin bir benzerine yaparak ceza sahasına girdi ama kötü bir vuruşla top İvankov’un ellerinde kaldı.Gol resmen ben geliyorum diyordu.Ve beklenen gol Fenerbahçe’nin her karşılaşmada en etkin olduğu duran organizasyonundan geldi.22. dakikada Alex’in kime çarpsa gol olacak olan ortası kimseye değmeden direkten döndü,topu iyi takip eden Santos Fenerbahçe’yi 1-0 öne geçirdi.Bu golden sonra Bursaspor resmen ilk yarı bitene kadar dağıldı.Öyle ki Fenerbahçe ilk yarı en 5-0 önde tamamlayabilirdi.

Golden sonra Fenerbahçe hız kesmeden ataklarına devam etti.25. dakikada Fenerbahçe yine bir duran toptan dönen topu Emre’nin presi sonucu kaptı,Emre’den aldığı pası hiç bekletmeden Semih’e aktaran Lugano,Semih’in kaleci İvankov’dan dönen vuruşunu tamamlamasıyla Fenerbahçe’yi 2 farklı öne geçirdi.Gol attıkça daha iştahlanan Fenerbahçe karşısında Bursaspor Sercan’ın sakatlığıyla daha demoralize oldu.Sercan’ın yerine oyuna Volkan Şen oyuna girdi.Dakika 36 ise Uğur Boral sakatlandı.Uğur’un yerine Vederson girdi.

Dakikalar 42’yi gösterdiğinde Fenerbahçe Özer’in Alex’e havadan attığı pasın Mustafa Keçeliden Semih’e geçmesiyle Fenerbahçe 3. Golünü bulmuş oldu.İlk yarı da bu golle 3-0 tamamlanmış oldu.

2. yarıya Fenerbahçe Özer’in direkten dönen gol pozisyonuyla başladı.Eğer bu pozisyon gol olmuş olsaydı maç tarihi farka giderdi.50. dakikadan sonra toparlanan Bursaspor hiç olmazsa 1 gol atarak kendi sahasına turu geçme umudunu taşıyarak gitmek istiyordu.Bu amaçla özelikle Volkan Şen’le Andre Santos’un kanadından etkili geldi.Önce Volkan Şen’in ortasında Turgay topa dokunamadı,sonra kaleci Volkan’la karşı karşıya kalan Ali Tandoğan etkisiz bir vuruş yaptı.Bu etkili ataklar karşısında oyundan düşen Emre’ni yerine Selçuk oyuna girdi 65. Dakikada.Fenerbahçe bu değişiklik sonrası orta sahada yeniden toparlandı.

Bursaspor’un bir gol için yaptığı baskıda Ercig’in pasında topla buluşan Iglesias’ın golü ofsayt gerekçesiyle sayılmadı ama pozisyon ofsayt değildi.Bu pozisyondan sonra karşılıklı ataklar şeklinde geçen karşılaşmada Semih’in yerine oyuna giren Gökhan Ünal girdiği pozisyonlardan yararlanamadı.Ve Fenerbahçe karşılaşmayı 3-0 kazanarak yarı final için büyük bir şans yakaladı.

KRİTİKLERİM

1-Bu karşılaşmanın en üzücü tarafı Sivas maçında ki performansıyla yeniden gündeme gelen Uğur Boral’ın sol diz ön çapraz bağlarının kopması sebebiyle sezonu kapatması oldu.Cidden sporun en çirkin yüzü bence bu sakatlıklar.Umarım Uğur Boral en erken sürede sahalara döner.

2-Fenerbahçe’nin yeni jokeri Özer Hurmacı oldu.Özellikle Orta sahanın her yerinde oynamasının yanı sıra hırsı ve tekniğiyle ön plana çıktı.Rakip takımlarca Fenerbahçe’nin beyni olan Alex’e önlem alındığında,üstün top yeteneğiyle takımın yeni pas merkezi haline geldi.Ligin ikinci yarısında ki Fenerbahçe’nin çıkışında Özer’in payı yadsınamaz.

3-Gökhan Ünal oyuna girdikten sonra göstermiş olduğu futbolla henüz hazır olmadığını gösterdi.Özellikle tam kendisinin istediği türden pozisyonları cömertçe harcarken daha yeni takımına alışamadığını gösterdi.

4-Bu karşılaşmanın rövanşı haftaya Perşembe günü 20:30’da TRT 1 olacak.

5-Uzun bir aradan sonra Fenerbahçe taraftarı ilk defa bir maça bu kadar ilgi gösterdi.Bu soğuk havada 40 bin dolaylarında gelen taraftar takımına ciddi bir destek sağladı.

6-Gerçek yeri olan sol beke geçtiğinden beri performansı artan Santos bu karşılaşmada da gol attı.Ama 2. Yarın düşen kondisyonuyla savunmada düşen Santos’un kanadı Volkan Şen’le taarruza uğradı.

YAZAN: REDVIDIGAL

4 Şubat 2010 Perşembe

“EFES SİENA’YA KÖPÜRDÜ”



Daha gruplar belli olmadan önce,inşallah Siena çıkarda onlara karşı artık makus talihimizi yeneriz diyordum.Çünkü son 3 sezondur takımlarımızı içeride dışarıda süpüren Siena’nın kadro ve bütçe olarak takımlarımızdan çok daha iyi değildi.Makus talihimizin hiç olmasa kendi sahamızda alacağımız galibiyetle sonlandıracağımıza inanıyordum.Dün tam istediğim ve tahmin ettiğim gibi bir basketbol akşamı yaşandı.Temsilcimiz Efes Pilsen Siena’yı 88-78 yendi.Aslında maçın başında bu skor bizlere verilseydi,emin olun Efesli oyuncular maça çıkmazdı.Ama maç öyle bir noktaya geldi ki farkın 15 sayının altında olması bizlere ahlar vahlar çektirdi.Özellikle grup bu kadar dengedeyken,maçın sonunda yaptığımız hatalar her sayının altın değerinde olduğu bu dönemde maçın sonu bu mücadeleye yakışmadı.

KRİTİKLERİM

1-Ergin Ataman gruptan çıkmanın şifresini kendi sahamızdaki 3 maç+deplasmanda alınacak 1 maç olarak belirlemişti.Bu anlamda Siena’yı yenerek ilk adımı atmış olduk.

2-Karşılaşma öncesi NTV Spor’daki röportajında Ergin Ataman” Siena’dan çekinmiyoruz.Rakibimizi iyi etüt ettik.Siena’nın savunmasına alacağımız ribauntlarla direk fast-break yaparak karşılık vereceğiz.”dedi. Karşılaşmada aynen Ergin hocanın söylediği gibi cereyan etti.

3-Karşılaşmanın istatistiklerinde göze çarpan rakamlar asist sayılarındaydı.Temsilcimiz karşılaşmayı tam 22 asistle tamamladı.Bu asistlerin çoğu hızlı hücumlardan geldi.Bundan sonra maçların gidişatına göre Ergin Ataman’ın hücumda takımı serbest bırakıp hızlı gerektiği görüldü.

4-Bu karşılaşmada ön plana çıkan oyuncu Mario Kasun oldu.Geldiği günden buyana gerek sakatlık,gerek dikkatsizlik gerekse konsantrasyon eksikliğinden bir türlü gerçek potansiyelini yansıtamayan Kasun en sonunda Siena’ya patladı.Karşılaşmayı 17 sayı 9 ribauntla tamamlayan Kasun özellikle yapmış olduğu smaçlarla rakibi çökertip,Efes’in savunma ve hücumda şahlanmasını sağladı.Ama maçın sonundaki hücum ribauntlarını Siena’ya vermemizden dolayı Ergin Ataman tarafından haşlanan Kasun karşılaşmayı kötü kapattı.

5-Karşılaşmada ilk defa Ermal ilk 5’te yer aldı.Özellikle potaya yakın yerlerde almış olduğu topları çok verimli kullandı ama potadan uzakta aldığı topları harcadı.

6-Rakocevic bu takıma yıldız olarak geldi.Kendisinden beklentilerin büyük olduğunun farkında.Bu durum onu maç içinde gereğinden fazla kasıyor.Takım adına çok şey yapmak isterken,dün takımın bozuk olan tek dişlisiydi.Eğer çok şey yapmaya kalkışırsa takıma yarardan çok zararı oluyor.Basit oynarsa o bildiğimiz Avrupa sayı kralı olan Rako geri döner.

7-Sato’nun 3’e 1 geldikleri hücumda pozisyonu harcamasından sonra,Siena başkanı sahaya girip hakemlere itiraz da bulundu.Sahalara seyircilerin girmesine alışmıştık ama bir başkanın hele de basket salonlarında sahaya girmesini şaşkınlıkla izledik.Bunu yapan bir Türk olsaydı Avrupa basket camiasının neler diyebileceği şimdiden gözümde canlandı.

8-Şimdi hedef maç Maccabi ile olacak.Eğer deplasmanda bir maç kazanacaksak o maç bu maçtır.Haydi Efes bu maçı kazan ve Avrupa’da ki eski günlerine yeniden dön.

YAZAN: REDVIDIGAL

3 Şubat 2010 Çarşamba

TÜRKİYE KUPASI ÇEYREK FİNAL KARŞILAŞMALARI




Ziraat Türkiye Kupası’nda çeyrek final eşleşmeleri:

03.02 17.00 İBB-Trabzonspor (TRT)

03.02 20.00 Galatasaray-Antalyaspor (TRT)

04.02 17.00 Denizlispor-Manisaspor (TRT)

04.02 20.00 Fenerbahçe-Bursaspor (TRT)

İSTANBUL B.B-TRABZONSPOR

1-Benim Türkcell Süper Ligi’nde gerek antrenörüne gerekse sahadaki mücadelesine en çok saygı duyduğum takım İstanbul Büyükşehir Belediye’dir.Rakip kim olmuş,takımda kimler eksik demeden sahaya çıkıp mücadele eden bir takımdır.Bugüne kadar kendi sahası olan Atatürk Olimpiyat Stadında her maçı deplasmanmış gibi oynayan Büyükşehir Belediye,bugünde Olimpiyat stadını en fazla seyirciyle doldurmuş olan Trabzonspor’la karşılaşıyor.

2-İBB-Trabzonspor mücadelesi her anlamda çok zevkli bir çeyrek final eşleşmesi olacak.Son haftaların bu iki formda ekibinin karşılaşmasının ekstra bir özelliği var.Ligin ilk yarısındaki maçta Trabzonspor Olimpiyat stadında Büyükşehir Belediye’yi 6-1yenmiş.Büyükşehir Belediye’de büyük şok yaşayıp bu mağlubiyetin acısını çıkarmak için Kadıköy’de var gücüyle mücadele edip Fenerbahçe’den puan almaya çalışmıştı.Az kalsın bunu da başarıyordu.İşte bu çeyrek final eşleşmesi 5. haftadaki mücadelenin bir rövanşı sayılabilir.

3-Trabzonspor ligin ikinci yarısına fırtına gibi girdi.Sivas ve Diyarbakır karşılaşmalarında ki yakaladıkları tempo parmak ısırttı.Benim eleştirdiğim Engin Baytar’da bana nazire yaparcasına son karşılaşmada 2 gol atıp takımının en önemli kozu oldu.

4-Olimpiyat Stadı bundan sonra bir süreliğine de olsa bu iki takımın stadı olabilir.Trabzonspor-Orduspor karşılaşmasından sonra Avni Aker’in zemini berbat bir halde.Bu yüzden Trabzonspor yönetimi kendi sahasındaki maçları Olimpiyat Stadında oynamak istiyor.Anlayacağınız kim ev sahibi,kim deplasman takımı takımı belli olmayacak.

5-Bu karşılaşma’da Gutierrez ilk defa sahaya 11 de çıkacak diye bekliyorum.Bakalım nasıl bir performans sergileyecek.

6-Bu iki takım 1 ay içinde 3 defa karşılaşacak.Bu da ilginç olacak iki takımın adına.

7-Bu eşleşmede ben kupaya asılmış Trabzonspor’un favori olduğunu düşünüyorum.

ANTALYASPOR-GALATASARAY

1-Yeni transferleri Jo ve Santos’un takıma adaptasyonları için tam biçilmiş kaftan bir eşleşme.Bu maç Denizlispor karşılaşmasında saha içi uyum problemi yaşayan Galatasaray’ı daha iyi analiz etmemizi sağlayacak.

2-Atletico Madrid karşılaşmalarında forvet oynayacak olan Santos’un Antalyaspor karşısında 11 de görev alacağını bekliyorum.

3-Hafta sonu Beşiktaş’a 1-0 yenilen Antalyaspor da en önemli silahları Djehoua ve Necati olacak.Son karşılaşmalarda yer almayan Ali Zitouni karşılaşmada da yer almayacak.

4-Bu karşılaşmada en çok Djehoua-Necati ikilisinin Servet-Neill ikilisiyle yapacağı mücadeleyi merakla bekliyorum.

5-Galatasaray’ın tecrübesiyle turu Ali Sami Yen’de geçeceğini düşünüyorum.

FENERBAHÇE- BURSASPOR

Ziraat Türkiye Kupası’nın şüphesiz en çekişmeli geçmeye aday eşleşmesi Fenerbahçe-Bursaspor olacak.Türkcell Süper Ligi’nin en formda olan iki ekibin karşılaşmasında bakalım 2 testiden hangisi kırılacak.

1-İki takım arasındaki son karşılaşmada Fenerbahçe deplasmanda Bursaspor’u Alex’in golüyle mağlup etti.O karşılaşmada Fenerbahçe daha sert oynayan takımdı.Neredeyse pozisyonsuz sona eren karşılaşmada inanılmaz bir mücadele vardı.

2-Son haftaların iki formda ekibinin oyun yapılarına bakacak olursak:Fenerbahçe ayağa çok iyi pas yapan maçın gidişatına göre vites arttırıp düşüren bir takım.Zaten rölantiye aldığı karşılaşmalarda sorun yaşayan Fenerbahçe,Bursaspor karşısında bir an olsun ciddiyeti elden bırakamaz.Sivasspor karşılaşmasında Alex’in öne çıkmadığı karşılaşmada Fenerbahçe’nin 5-1’lik galibiyeti takımın çok yönlülüğünü arttırdı .Guiza’nın sakatlığında,son karşılaşmada 2 gol atan Semih ve sol tarafta performansı ile parmak ısırtan Uğur ilk 11 de yer alacak.

Bursaspor ise amiyane tabirle taş gibi bir takım.Takımın oyun düzeni kontra atak üzerine kurulu.Özellikle hücum kanatları ve forvet hattı inanılmaz hızlı ve mücadeleci oyunculardan kurulu.Skor üstünlüğünü yakalayınca oyuncularının bu meziyetlerinden maksimum derecede faydalanıyorlar.Bursaspor hava hakimiyeti güçlü forvet oyuncusu eksiğini Ankaragücü’nden Iglesias’ı alarak kapadı.

3-Karşılaşmanın anahtarı ilk golü atan takımın kim olacağı.

4-Bu iki takım bir ay içinde üç defa karşılaşacak.

5-Benim gönlüm ve tahminim fenerbahçe’nin turu geçmesi yönünde.


YAZAN: REDVIDIGAL

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails